Modernite Açısından Yalnızlık
İnsana sürekli değişen ve gelişen bir tür olarak bakıldığında, geçirdiği tarihsel dönemler içinde başından geçen tüm olayların, onun evriminde ne derece önemli bir rol oyandığı bir parça daha net anlaşılabilir. Geride bırakılan tüm sosyolojik, ekonomik, kültürel değerler insan türüne yeni bakış açıları, yaşayış ve düşünme şekilleri kazandırmıştır. Bu minvalde özellikle dönemlere damgasını vuran ve bugün dahi üzerinde ciddi incelemeler, araştırmalar ve tartışmalar yapılan olaylar, büyük kitleleri etkisi altına almış ve kendi yapısına uygun biçimde dönüştürmüştür.
Böyle bir alan olan modernite anlayışı, modern yaşama doğru atılan emin adımların ardından hızla yayılmış ve bireylerin fiziksel görünümünün yanında ruhsal düşününe de azımsanamayacak ölçüde sızmayı başarmıştır. Yeni dönemde konuşulmaya başlanan post-modern anlayış, artık alışılagelmiş olan modernite değerlerine yeni bir soluk getirmiş bile olsa, modern hayat anlayışı tüm gücüyle var olmaya devam etmektedir.
“Çağımız insan düşüncesi sürekli olarak değişen, nazik ve buhranlarla dolu bir devre içinde bulunmaktadır. Bu değişmelerin temelinde iki esaslı sebep vardır; Birincisi, uygarlığımız bütün öğelerinin kaynağı olan dini, politik ve toplum inançlarının yıkılmış olmasıdır. İkincisi, bilimlerin ve tekniğin yeni buluşlarının doğurduğu yepyeni yaşama ve düşünce şartlarının meydana gelmesidir.” (Le Bon, 2017, s.15) Modern dünyanın bize kazandırdığı yeni yaşam tarzıyla birlikte geride bıraktığımız, eskiye ait fikirler, bugünün gözüyle incelendiğimizde kimi zaman son derece ilkel kimi zaman ise üzüntü verici şekilde üzerimizde sert etki bırakıyor. Ancak perspektifimizi modernite sonrasına çevirdiğimizde tekil olarak insan ve geniş kapsamda toplum olarak bizlerin de bir takım öngörülmemiş vaziyetler içerisinde bulunduğumuzu anlayabiliyoruz.
Modern hayat, ilk ortaya çıkış aşamasında ve gelişiminde bireyselleşme fikrini ve aklı temel değerleri arasına almıştı ve tüm sosyal, ekonomik, kültürel çalışmalarını da belirlediği temellere göre ilerletmişti. Bu doğrultuda ilerleyen sanayi ve teknoloji de insana bir takım farkında olunan veyahut olun(a)mayan yaşayış ve algılayış biçimlerini empoze etti. Makineye ve kent yaşamanına her geçen gün daha fazla alışan insana, özellikle gelişen görsel teknolojilerle, “nasıl olmaları gerektiği” aşılandı. Bu hususta özellikle televizyonun ve diğer medya araçlarının hayatlarımızdaki yerine dikkat çekmek gerekir. “Medya-metaforlarımız dünyayı bizim adımıza sınıflandırır, bir çerçeve çizer, dünyanın görünümüne ilişkin savlar ortaya atar. (Postman, 2017, s. 19) Ortaya çıkışından bu yana giderek daha kapsamlı şekilde bizi içine alan medya organları, tabir-i caizse beynimizcesine bize yönlerdirmeye ve kimliğimizi biçimlendirmeye başladı.
Tüketim unsuru, ilerleyen sanayi teknolojilerinin kapital sistemle birleşmesi sonucu bir furyaya dönüştü ve medya, gerek reklamlar gerek de diğer pazarlama araçları ile toplumları bu tüketim çılgınlığının tam ortasına sürükledi. Satın alınabilirlik durumu, süreç içerisinde neredeyse her şeyin para bağlamında bir karşılığı olduğu düşüncesini insanların beynine yerleştirdi. Giderek maddesel olana hayranlığı büyüyen toplumlar, modernitenin başlangıçta vaaddettiği özgürlük, pozitivist bakış açısı ve bireyselleşme durumlarını başka bir bnoktaya taşıdı. Teknolojideki önlenemez gelişmeler, istenilen bir şeye ulaşma hızımızı maksimum düzeye çıkardı ve bu durum tüketim çılgınlığına yeni bir boyut kazandırdı. Yerleşen bu sistemle birlikte insanlar, daha önce eşi benzeri görülmemiş bir döneme girdiler. Ancak zaman ilerledikçe toplumlarda yer alan bireylerde yeni bir düşünce cereyan etti. Her alanda yaşanan hızlı tüketim, bir şeylerin içinin boşalmasına neden oldu. Bu durum ise, modern yalnızların doğmasının başlıca sebebi olarak karşımıza çıkmaktadır.