GEFÜHLE – DUYGULAR

Forumlar Cafe almancax GEFÜHLE – DUYGULAR

ALMANCAX FORUMLARINA HOŞGELDİNİZ. FORUMLARIMIZDA ALMANYA VE ALMANCA HAKKINDA ARADIĞINIZ HER TÜRLÜ BİLGİYE ULAŞABİLİRSİNİZ.
    Nazire
    Katılımcı

      Duygular

    Öfke, Kızgınlık, Üzüntü, Sevİnç, Tahrİk, Sıkıntı v.b. Nedİr?
                 
    Yetişme koşullarından tutun, dini veya laik kurallara, gelenek ve göreneğe, aile terbiyesine kadar bize bu alemde nasıl davranmamız gerektiğini öğreten veya bu iddiada bulunan tüm öğretiler duygularımızın çoğundan kaçmamızı salık veriyorlar.

    Sevinmek, sevmek, gülmek v.b. hoş duygulardır.

    Üzülmek, sıkılmak, sinirlenmek, kızmak, utanmak v.b. nahoş duygulardır.

    Ancak, tüm bunları ifade etmek ortak bir paydada gayr-i memnudur.

    Seversiniz, etrafa o şahsı sevdiğinizi söyleyemezsiniz.

    Sevindiğinizde zil çalıp oynamanız hoş karşılanmaz.

    Ağzınızı doldura doldura gülseniz hafif meşrep olduğunuz düşünülür.

    İşteki başarısızlığınıza üzüldüğünüzü ifade edemezsiniz.

    Misafirlikte ‘sıkıldım’ deyip kalkmak yok.

    Sinir küpü olsa dahi ‘ben sinirlendim’ diyen insan gördünüz mü?

    Birine kızsanız öldüm Allah kabul etmek istemezsiniz.

    Saçma bir tavrınız yüzünden utandığınızı kabul etmeyi hiç istemezsiniz.

    Neden insan olmanın, daha doğrusu ‘olgun insan’ olmanın özü duygulardan uzak durmak ile eş tutulur?

    Bebekler, çocuklar, hatta bazen gençler duyguları açısından ‘hoş karşılanabilir’ ama ‘olgun insan’ asla!

    Üstelik, duygular nerede ise hayvanlara ait özelliklerdir. Ancak, hayvanlar göz önünde ‘hayasızca’ sevişirler, hiç utanmazlar, üzülürler mi üzülmezler mi hiç bilmez ve hatta ilgilenmeyiz.

    Giderek; 21’inci Yüzyıl’da insan olmanın tek yöntemi, mümkün olduğu kadar duyguların etkilerinden kaçmak ve hemen her konuda ‘akıl yürütmek’ olarak kabul görüyor ki, bu beni çok ama çok rahatsız ediyor. Analiz yapmak için akla ihtiyaç olduğunu katiyen inkar etmiyorum ama duygulardan bu kadar kaçmanın anlamı ne bunu anlamıyorum.

    Daha ötesi; bu tutumun insanlara zarar verdiğini, değil ‘olgun insan’ veya ‘21’inci Yüzyıl’ın insanı’ yaptığını, insanlıktan çıkardığını düşünüyorum.

    Sanki çağdaş insanın öğretisine geçtiğimiz 50 yılda aşağıda örneklerini verdiğim düşünce kalıpları monte edildi, daha beteri çekiçle çakıldı:

    -Çok duygusal davranıyorsun!

    -Hislerini belli etme.

    -Ağlama, ne var bunda.

    -Deli gibi ona buna gülme.

    -Sakın düşkünlüğünü ona belli etme.

    -Keşke ona kendisini ne kadar özlediğimi söyleyebilsem.

    -Bu işi aklım hiç almıyor.

    -Mantığın kabul ediyor mu?

    -Onlar akıllı insanlar, mantık evliliği yaptılar.

    -O önüne çıkan herkese aşık olur.

    Çeşİtlİ duygular nelerdİr, nasıl yaşanır, neden onlardan kaçarız?

    ÖFKE

    Batı medeniyet çığrından gelmeyen insanları akıl kullanmak yerine duygularının esiri olan insanlar olarak tanıyoruz ama bence biz Türkler duygu kullanmayı da bilmiyoruz.  Akıl kullanmayı biliyor, duygu kullanmayı bilmiyoruz demiyorum. Hem akıl, hem duygu kullanmayı bilmiyoruz. Duygulardan, başka bir duygu ile, korkuyoruz. Korkuyoruz, zira ya onları yok sayıyor, ya da onların esiri oluyoruz. Duygular ile baş edemiyoruz.

    Garip gelecek ama; bence akıl kullanmak için duygu kullanmayı da bilmek gerekiyor.

    Nedir öfke?
    İçinizde yavaş yavaş kabaran, ancak dışarı bir anda yansıyan şiddetli kızgınlık.

    Öfkelenen insanın önce yüzü kızarır, herhalde tansiyonu yükselir, içinde dalga dalga yükselen bir bomba birden ağzına kadar ulaşır ve dışarı patlar.

    Sonrasını hatırlamayanlar dahi vardır. Sanki öfke patlamasına yakalanan kişi daha önceki kişiliğine göre başka bir insan olmuştur. Sonradan kendisine patlama döneminde yaptıkları anlatıldığında ne halt yediğini! hatırlamaz bile.

    Öfke; kabul edilmemiş kızgınlığın, hatta daha basit bir duygu olarak kırgınlığın bizzat kabul edilemediği için denetimden çıkmasıdır. İnsan insani bir duygudan; haklı haksız, kızmaktan kaçtığı için, daha doğrusu kızgınlığını göstermekten imtina ettiği için sonunda öfkeye yakalanır. Öfke, tipik bir yağmurdan kaçarken doluya tutulma eylemidir. İçine buharlı basınç sıkıştırılmış tencere, eğer subabı vasıtası ile, dışarıya biraz buhar aktaramaz ise ne olur? Patlar!

    Düdüklü tencere, daha doğrusu buharlı tencere; buharı dengeli kullanılır ise nefis yemekler pişirir ama içindeki su ısınarak buharlaşırken, eğer bir kısmı dışarı bırakılmaz ise, bu sefer bir silah haline gelir.

    İnsan da öyledir. İnsanın içindeki su da zaman zaman aşırı ısınır. Kişi, haklı haksız, birine veya bir olaya kızar; kendisine haksızlık edildiğini düşünür, çevresinde aleyhine gelişen olguları denetleyemediğini düşünmeye başlar.

    Kızmakta olan insan, sözüm ona akıl ile öğretildiği şekilde; kızmanın insana yakışmadığı, o halde bu duyguyu inkar etmesi, en azından çevresine göstermemesi gerektiğini düşünür.
    – Sen kızdın galiba!
    – Yok ya, nereden çıkardın?
    – Hah iyi!
    Bu sözler ile arkadaşının kızmasını önlediğini veya en azından bu duygusunu dışa vurmasına engel olduğunu düşünen dost iyi bir iş yaptığını düşünür.

    Halbuki öğretinin aksine:
    – Yahu bu haksızlık karşısında kızmazsan esas ben sana kızarım, diyen kişi arkadaşını kışkırtmıyor, tersine onun içindeki buharın zamanında dışarı çıkmasını temin ederek, sonradan patlamasına engel oluyordur.

    Tabi ki öfke zarar veren, o halde kaçmamız gereken bir duygusal durum. Ama, kızmak insani, gerekli ve ihtiyaç duyulan bir duygudur. Zamanında gösterilirse zararın azalmasına, haksızlığın önlenmesine, hatta yanlış anlaşılmaların düzeltilmesine yardımcı olur. Üstelik, kızgınlık, öfkenin tersine denetlenebilen bir duygudur. Denetlenebilen her şey de zarar verme ihtimali azalan bir şeydir.

      Kızgınlığımızı ifade edemezsek, abartılmış kırgınlıklar, küskünlükler, küskünlüğün kabarttığı negatif duygular, en nihayetinde de patlamalar-öfke kaçınılmazdır. Kızmadan yaşamak imkansızdır. Kızdığını kızarak belli etmeyen herkes de potansiyel bir bombadır. Kızdığını belli eden insan daha bütün insandır.

    Nefret

    Nefret taşıması ağır bir duygudur. Ancak birisinden veya bir şeyden nefret etmek bir duygu olarak gerçekliktir. Nefret yokmuş gibi davranamayız. Nefret ağır bir yüktür. Yine de zaman zaman hepimiz bu yükü taşırız. İstesek de istemesek de, nefret girdabına düşmeden yaşamak mümkün değildir.

    Brecht diyor ki:
    – İnsanları severim demek en büyük yalandır. Bu söz hırsızı da, katili de severim anlamına gelir.

    İyi, çok iyi insanlar olduğu gibi kötü, hatta çok kötü insanlar da vardır. Bu insanlar etrafa devamlı negatif enerji saçarlar, resmen başkaları için kötülük düşünürler. İşte arkadaşlarına devamlı madik atmaya çalışan, rekabet ile hasım olmayı karıştıran, hatta sırf siz mutlusunuz diye kendisinin hiç sahip olamayacağı mutluluğu elinizden almaya çalışan, üretmeden sizin üretiminize göz diken, her türlü başarıyı kıskanan, sevmeyi bilmediği için sevilmeyen ama bunu bir türlü anlamayan, anlamadığı için de her türlü sevgiyi boğmaya çalışan insanlar yok mudur etrafınızda?

    Tüm insanlar melek midir?
    Yok böyle bir dünya!

    Negatif enerjisini üzerinizde hissetttiğiniz bir insana kızmamak mümkün değildir, onu sevmeye kalkmak ise resmen salaklıktır. Hele hele; ona karşı kendini korumaya almayacak kişi salak olmaktan da öte bir şeydir.

    Daha ileri gidelim, size hiçbir zararı olmadığı halde ve bazen nedenini de bilmeden birinden nefret edebilirsiniz. Madem sevmek anlaşmak değildir, nedensiz de sevilir, o halde sevmemek anlaşmamak değildir, nedensiz de sevilmeyebilir.

    Bazen insan insana batar!

    Dolmuşta, otobüste size hiç bir şey yapmayan bir insana durup dururken kızabilir, hatta ona karşı nefret de duyabilirsiniz. Görünen gerekçeniz yoktur ama gizli bir gerekçe vardır.

    İnsan düşünürken enerji üretir, bu enerji de havaya dağılır. Negatif enerji dolu bir insanın etrafa saçtığı enerji gelir, sizin algı alanınıza girebilir. Bu aynen nereden çıktığını bilmeseniz de havaya saçılan pis bir kokuyu burnunuzun hissetmesi gibi bir şeydir.

    Münafık, kalleş, ahlaksız, tembel, beleşçi, ucuz insanları sevmek mümkün değildir. Bu insanlar etrafınızda devamlı arz-ı endam ederler ve size olmasa bile bu özellikleri ile birisine zarar verirler ve siz bu konuda bir şey yapamazsanız ondan nefret etmeniz sadece eşyanın tabiatına uygundur.

    Nefret gerçek ve gerekli ancak taşıması zor, ağır bir duygudur. Nefret ettiğiniz kişi zaten size negatif enerji yüklediği için ondan nefret ediyorsunuz. Negatif enerji yüklü bir duygunun ağır gelmemesi ise mümkün değil.

    Nefret gerçek ama yükü ağır!

    O halde, ne yapmalı?

    Nefret duygusunu hissetmeli ama içinde tutmamalı. İfade etmeli! Dışarı boşaltmalı. Nefret duygunuzu ilgili şahsa açıkça beyan edin. Başkalarına patlamak, bağırmak, küfretmek katiyen yanlış değildir. Yanlış, bu tavırları hak etmeyene göstermektir! Nefret ettiğiniz insan bu duygunuzu bilsin.

    Bilirse bana daha beter kötülük yapar, diye korkmayın, tersine sizi korkuttuğunu, sindirdiğini hisseder ise daha beter azacak, daha beter sizi hedef haline getirecektir. Negatif enerji dolu insanlar korkak insanlar karşısında cengaver, tavır koyan insanlar karşısında ise ödlektirler. Bu tip insanlar, zaten özünde kendilerinden korkan insanlar oldukları için negatif enerji yüklüdürler.

    Bırakın, sevmediğiniz, nefret ettiğiniz insanlar bu duygunuzu bilsinler. Siz yeter ki hak etmeyene bu duygularınızı yansıtmayın. Yok, yanlış yapıp, haksızlık ettiniz; hemen ondan özür dileyin. Hatanızın gerekçelerini açıklayın. Böylece yeni arkadaşlar da edinebilirsiniz.
    Ama kötülük düşünen nefret edildiğini bilsin! Kimsenin yaptığı, hatta düşündüğü yanına kár kalmasın.

    Kıskançlık

    Korktuğumuz, kaçtığımız, inkar ettiğimiz, ve inkar ettiğimiz için de sonunda denetimden çıkan ve tersine bizi denetimi altına alan; halbuki onlardan kaçmasak, onların sesini dinlesek bize yol gösterecek duygularımızdan biri de kıskançlık.

    Nedir kıskançlık? Başaramadığımızı başarana, elimizdekini alma ihtimali olana veya öyle zannettiğimize, bizden farklı olana, dikkati daha çok çekene, sahip olmadığımıza sahip olana, daha huzurlu, daha özgüvenli, daha mutlu yaşayana karşı duyduğumuz tarifi zor bir duygu. Keşke ben de öyle olsam! duygusu!

    Bu sütunlarda; genellikle tasvip etmediğimiz duygularımıza değiniyor, onlara ivedelikle sahip çıkıyor, bu duyguların inkar edilerek değil, sahiplenerek dizginlenebileceğini söylüyorum. Sahiplenme durumunda ise yol gösterici bile olabileceklerini; inkar edilme durumunda ise denetim dışına çıkıp, zarar vereceklerini savunuyorum. Kıskançlık da öyle bir duygu!

    Bir başkasını kıskandığımızı hemen hemen hiç kabul etmeyiz. Kıskançlığı kötü bir duygu olarak kabul eder, bu duygunun hep başkalarını etkilediğini, bize ise hiç uğramadığını iddia etmesek bile ima ederiz.

    Halbuki kıskançlık insanlık kadar gerçektir. İnsanın olduğu her yerde kıskançlık var olacaktır. Hatta hayvanların dahi zaman zaman, içlerindeki fıtrat gereği, birbirlerini kıskandıklarını gözlemleriz. Bence; genel inancın aksine, kimseyi kıskanmayan insan marazdır. Maraz olan; başkasını kıskanan değil, bu insani duyguya sahip olmayan veya onu inkar eden kişinin bizzat kendisidir.

    Kıskançlık var, içimizde.

    Bir başkasını kıskanmadan yaşamak hayatı hiç ama hiç özümsememek demektir. İnsanız; bizden iyi olana, sahip olmadığımıza sahip olana, bizi elimizdekini almakla tehdit edene kıskançlık duygusu duymamak; güzellik karşısında duyarsız kalmak, elde edilene sevinmemek, eldekini kaybetmemekten dolayı gurur duymamak kadar insanlık dışı bir duyarsızlıktır.

      Siz isterseniz, kelime oyunları ile bu duyguyu yumuşatın, kabul edilebilir terimlerle başkasına özenmekten, öykünmekten, gıpta etmekten, imrenmekten dem vurun; ben de kelime oyunları ile kast ettiğim katiyen haset olmak, çekememek, iştahlanmak, kaldıramamak, abartılmış ve kalıcı hale gelmiş kıskançlık duygusu olarak kin duymak değildir, diye iddia edeyim; karşılıklı kelime oyunlarımız sadece ve sadece kıskançlık duygusunun var olduğunu söyler.
    Farklı terimler kıskançlık duygusunun şiddet ve seviyesini tarif ederler.

    Başkasının durumunu kıskanarak ona yetişmeye, onun gibi olmaya, ona benzemeye, onun gibi davranmaya, onu geçmeye, eldekini ona kaptırmamaya yeltenirsek kıskançlık doğal bir duygu olarak bizi olumlu yönlendirir.

    Yok, kıskandığımıza; aradaki farkı, ondaki fazlalığı ortadan kaldırarak yetişmeye kalkarsak; işte o zaman kıskançlık olumsuz, zarar veren, bizi ve karşımızdakini tüketen bir duygu haline gelir. Kıskandığımız hakkındaki olumsuz duygularımızı hiç harekete geçirmezsek, bu sefer kendini berhava eden varlıklar haline geliriz.

    İlginçtir, karşı cinse karşı cinsel duygular duymak özünde sevgi kelimesini içerirse de; cinsellik konusunda kıskançlık çok kolay hiddete ve hatta şiddete dönüşebilir.
    Ne hikmetse; hem hayvanlarda, hem insanlarda cinsel arzunun paylaşılma ihtimali cinselliğin içerdiği olumlu duygunun tam tersi olarak temposu yüksek olumsuz bir duyguya dönüşebilir.

    Sevdiğini, en azından sevdiği veya işgal ettiği bölüm/kompartman itibarı ile başkalarından kıskanmamak da tam bir duyarsızlık halidir ve bizzat marazın kendisidir.

    Hele hele aşığın maşuğu kıskanmaması bizzat aşkın inkârıdır.

    Kıskanılan da bundan garip bir haz alır, rahatsızlık veren kıskanılanın hayatını zehir edecek kadar kıskanılmasıdır. Ülkemizde genellikle özgüveni çok düşük olarak yetiştirilen erkekler kıskançlığı çok kolay karşı tarafa eziyet haline çevirebilirler.

    Onlar artık kıskanmıyor, kendi mülkiyeti altına aldıkları insan üzerinde imha etme yetkilerini kullanıyorlardır. Hem o kadar ödlektirler ve güvensizlerdir ki, etraftaki her erkeği hasım olarak görürler, hem de ezilmişliklerinin hıncını onu sevmek gafletine düşen kadından çıkarmayı fırsat addederler.

    Ancak yine de: Her konuda ve alanda; tadında ve denetim altında kıskançlık hem doğal bir ihtiyaç, hem de kıskandığımıza ulaşmak/onu elde tutmak uğruna bizi olumlu gayret sarf etmeye zorlayan, böylece de ileriye taşıyan bir duygudur.

    ÖZLEMEK

    İlla ki duygular: En son kimi ne zaman özlediniz?

    Duygular; korktuğumuz ve kaçtığımız, dolayısıyla uyarılarından yararlanamadığımız, üstelik biz kaçtığımız için de bizi sonunda denetimi altına alan duygularımız dışında “ya özlediğimiz duygular ne olacak?” Korktuğumuz, kaçtığımız değil; sadece günlük hayatın içindeki debelenmeler yüzünden kaçırdığımız, unuttuğumuz duygular! Esasında güzel olan faydalı olan; bizi insan olarak yücelten duygular! Ancak, şu veya bu şekilde kaçırdığımız ve belki de özlemini çektiğimiz duygular…

    Amacım, sizi tahrik edip, kaçırdığınız duyguları size özletmek! Özlerseniz belki o kaçırdığınız duygulara yeniden kavuşabilirsiniz diye düşünüyorum. Önce bizzat özlemek fiili ile başlayalım. En son kimi ne zaman özlediniz? Bir yerde rastladığımız eski bir arkadaşa sarf ettiğiniz sözleri kast etmiyorum.

    -Nerelerdesin, özlemiştim seni!
    -Aynen ben de öyle, seni merak ediyordum, bir süredir ortalıkta yoksun.
    -Görüşelim.
    -Muhakkak görüşelim, arayı bu kadar uzatmayalım! Öptüm.
    -Mutlaka ara beni, yoksa küserim!

    Katiyen yukarıdaki yaklaşım benim kastım değil. Bu sözler tekrar tekrar yaşadığımız karşılıklı sahtekarlığın dışa vurumu. Sahtekarlığı iki taraf da yaptığı için kimsenin kimseyi yüzlemesi mümkün değil. Hatta, sizi izleyenler de sık sık benzer sahtekarlıklara başvurdukları için çevredekilerin sizlere:

    -Bre sahtekarlar! Birbirinizi özleseydiniz çoktan birbirinizi arardınız, demesi mümkün değil.

    Sorum basit. Etrafta hiç kimse yokken, kendi kendinize özlediğiniz kişiyi hatırladığınız, özlemin içinize oturduğu, burnunuzun sızladığı, gözlerinize iki damla yaşın biriktiği durum en son ne zaman oldu?

    Ne zaman? En son ne zaman bir insanı, hatta bir hayvanı veya bitkiyi gerçekten özlediniz?
    En son ne zaman hasret içinizi kavurdu? Gözlerinize yaşlar doldurdu? Burnunuzu fena halde sızlattı?

    Ne zaman? Ben giderek özleme yeteneğimizi kaybettiğimizi düşünüyorum. Sanki, dünyada özlemeye değer hiçbir insan yok. Sanki, birini özlemek 21. yüzyıla yakışmıyor. Sanki, bu dünyada özlem tedavülden kalktı.

    Ancak, özlediğim bir insan olmayınca sanki kimse de beni özlemiyor gibi bir duyguya kapılıyorum. Özlemeden ve özlenmeden yaşamaya başlayınca da sanki hayatın anlamı tamamen yitiyor. Ulaşılacak kimsesi olmayan bir insan boşluğa çakılmış gibi durmaz mı?

    Saatlerdir beklediğiniz tren nihayet perona giriyor, üfleye püfleye duruyor, son dumanını havaya saldıktan sonra sesi tamamen kesiliyor. Ellerinde valizler, insanlar yavaş yavaş trenden inmeye başlıyorlar. O yok! Aman Allah’ım o yok! Giderek trenden inen insanlar seyreliyor. Peronda tam tek tük insan kaldığı sırada, trenin merdivenlerinde gözüküyor. O zaman hatırlıyorsunuz. Hep böyle arkaya kalır. İster istemez bir tebessüm dudaklarınıza yerleşiyor. Göz göze geliyorsunuz. İşte o, her şeye bedel gülümseme yine karşınızda.

    Size kavuşup sarılana kadar geçen ‘an’ın tadına hayatta başka ne zaman varacaksınız? Hatta bir daha böyle bir ‘an’ yaşayabilecek misiniz? Yüreğiniz sanki ağzınızdan çıkacak, sarıldığında kokusu ciğerinize dolacak, farkına varmadığınız iki damla yaş gözlerinizden onun yanaklarına akacak.

    “O an için ömür bile verilir!”
    Özlemeyi, özlenmeyi çok özlüyorum!

    Kahkaha!

    İnsan için bir ilaçtır kahkaha. Tıbbi bir açıklama yapmak haddim değil ama kahkaha atan insan içindeki gerginliği boşaltır, sinirleri gevşer, sanki yenilenir. Basit bir anlatımla kahkaha insana bahşedilen pozitif duygulardan birisidir. Sanki kahkaha, içimizde istemeden biriken fuzuli elektriğin dışarı fırlatılmasıdır.

    Ancak ne var ki; içimizden geldiği gibi kahkaha atmaya sosyal öğreti izin vermez. Toplum içinde katıla katıla gülen insana, kadın olsun erkek olsun, iyi gözle bakılmaz. ’Ne öyle karı gibi kıkırdıyorsun’, sözü bazen açıkça yüzümüze vurulan, bazen bir bakışla ima edilen aşağılık bir yaklaşımdır. Basit bir cümlenin içine hem kadına, hem erkeğe hakaret sığmıştır. Allah’ın fıtratımıza kattığı gülme ihtiyacı ve ardından gelen tüm olumlu mesajları kendi ellerimiz ile yarattığımız sosyal hapishane bizden esirger.

    Üstüne üstlük, bir de yaşanan sözüm ona modern hayatın tepemize bindirdiği baskı, çevremizde gülmeye değer ne varsa elimizden alınması hayatı iyice kahkahadan uzaklaştırıyor. Kahkaha ihtiyacımızı; ya bir TV dizisi çerçevesinde evimizde yalnızken, ya bir sinema veya tiyatroda karanlık bir ortamda gideriyoruz. Gülünç olanı, komik olanı, güldüreni günlük doğal hayatın içinden iyice çıkarıp, sanal bir ortama taşıyoruz.

    Sosyalitenin kahrolası öğretisi ve sırtımıza yüklediği ağır yükler günlük hayatın içinden kahkahayı söküp atıyor. Halbuki günlük hayatın içinde gülmek için -alay ettiğimiz aptallıkları ayrı tutuyorum- o kadar çok doğal olay var ki!

    Sokakta gözlerini gözlerinize dikip telaşla size bakan, sonra da birdenbire önüne yuvarladığınız bir gazoz kapağı ile iki patisi ile oynamaya başlayan yavru kedicik sizi güldürmez mi?

    Güldürmese bile gülümsetmez mi?

    Ördekler gibi yalpalayarak yürümeye başlayan, abuk subuk gürültüyü konuşma zanneden iki yaşındaki yeğeniniz komik değil midir?

    Küçük olan, yavru olan her şey içinize heyecanlı bir mesaj yollamaz mı? Başkalarının ciddi sorularına dalgınlıkla verdiğiniz saçma cevaplar gülmeye değmez mi? Yolda yürürken sırf dikkatsizlikten bir taşa çarpıp tökezlediğinizde kendi kendinize ‘sersem!’ deyip gülmez misiniz? Ama yine de kendi kendine gülenlere de ‘tamam bu kafayı sıyırmış!’ diye takılmaz mısınız?

    Esprilerinin tadına varılmayan, yaptığı keskin gözlemler ve kullandığı terimler ile bizleri kahkahaya boğan dostlarınızın hep yanında olmak istemez misiniz? Onlar size görüştüğünüz kısa sürede kocaman bir pozitif enerji yüklemezler mi?

    Hayatın hep olumlu yönlerini gören, kızılacak bir olaya bile komik bir kulp takan, bardağın hep su dolu yarısını vurgulayan insanlara özenmez misiniz?

    Kahkaha da karın doyurmak, gaz çıkarmak, sevişerek orgazm olmak kadar basit ama gerekli bir ihtiyaçtır. Ama kahkaha atmak ihtiyacımızı nereden temin edeceğiz? Biz bulacağız! Hayatın çok basit ama zevkli ve komik yönleri var. Asıl olan onları görebilmektir.

    Ne olur, bir avuç tebessümü ve ağız dolusu kahkahayı kendinizden esirgemeyin!

    Ağlamak

    En son ne zaman ağladınız? Neden ağladınız? Kimin için, ne için ağladınız?

    Allah ağlatmasın! Ama ağlamak da, gülmek kadar hayatın parçası. Tamam, Allah ardından ağlanacak kederler vermesin, veya mümkün olduğunca az versin! Ancak, keder de kaderin bir parçası! Hayatın bizzat kendisi. Üstelik, sadece kedere ağlanmaz ki! ‘Allah ağlatmasın!’ sözü kadar dilimizde yerleşik ‘ağla rahatlarsın!’ sözü de yok mu? Gerçekten bazen boğazımıza kadar dolup, ardından ağlayarak boşalmıyor muyuz?

    Üstüne üstlük, ağlamak aynı zamanda zevkli değil midir? Ağlamanın da kendine ait bir keyfi yok mudur?

    Bir resim… Resimdeki yıllar önce terk-i diyar eylemiş. Resme baktığınızda gözlerinize dolan yaşlar sizi daha fazla insan yapmaz mı? Ardından dudağınıza yerleşen bir hayır dua…

    Radyonuzu karıştırıyorsunuz, olacak iş değil ama bir FM bandındaki ses:

    Dönülmez akşamın ufkundayız vakit çok geç, diyerek hançerinden haykırıyor. O an durup kalmaz mısınız? İfade edilen çaresizliği en son ne zaman yaşadığınızı, onun elinizden nasıl kayıp gittiğini hatırlamaz mısınız? O anda boğazınıza bir yumruk gelip oturmaz mı? Bırakalım dönülmez akşamda kaybolanları, dönülen yola gidenler de sizi ağlatmaz mı? Gurbetteki oğul, gelin gitmiş kız, ıraktaki can, başka şehire yerleşen dost, dağın ötesindeki arkadaş, illa ki uzaktaki sevgili burnunuzu önce sızlatıp çektirmez, sonra genzinizi doldurmaz, en son da gözlerinize iki damla yaş yollamaz mı? Hançerinize bir ok saplamaz mı?

    Sevinince de ağlanmaz mı? Bir müjde, bir hayırlı haber, beklenen sonuç sizi ağlatmaz mı? Sınıf geçen gencin kendisinin, okuldan mezun olan öğrencinin anasının, doğan bir bebeğin nenesinin, tahliye olan tutuklunun yakınlarının, şampiyon olan takımın taraftarlarının, ödül alan şairin sevgilisinin ağlaması mı, yoksa ‘Ne var bunda, zaten hakkıydı!’ demesi mi daha insanidir?

    Kederden uzak durmak anlamında ağlamaktan uzak kalmayı dilemenin hayrına hiçbir sözüm yok. Ama ağlamaktan kaçmak, ağlamayı kendine yakıştıramamak, ağlayan ile alay etmek, ağlamayı modern insan için bir eksiklik görmek bana tamamen insanlık dışı geliyor.
    Hele hele ‘erkek adam ağlamaz!’ desturu ile yetişmiş bir neslin üyesi olmak beni ağlatacak kadar üzüyor.

    İnsandan insanlığı esirgeceyek kadar gaddar bir neslin kaçırdıklarına ağlanmaz da ne yapılır?

    Modernitenin ağlamayı aşağıladığının zannedilmesi, ağlayanın zayıf görülmesi, göz yaşını tutamayanların bunu toplumdan gizlemeye çalışması modernitenin insanlığı dışladığının ilanıdır. İyi de… İnsan olmayı reddeden modernitenin neresi modernitedir?

    Ağlarsa anam ağlar, gerisi yalan ağlar, sözü anaları yücelttiği kadar insanlığı da yeren bir söz değil midir?

    Ağla, değer hayat göz yaşlarına!

    Yaşam Sevİncİ

    Varlığının farkında bile olmadığımız yaşam sevinci…….

    İnsanoğlu hayatta arar, arar ve en sonunda fark eder ki aradığı sadece huzurdur. Huzur ise zihnin devreden çıktığı ‘an’ın içindedir. ‘An’ ise yaşam sevincinin bizzat kendisidir.

    Ne demek istediğimi anlamanız için sizleri mezarlık ziyaretine davet ediyorum. Bir mezarlığa gidin ve mezar taşında meftanın doğum ve ölüm yaşlarını okuyun. 8 yaşında da ölen var, 88 yaşında da! Arada büyük fark var değil mi? Hayır!

    Varlığı milyarlarca yıllar ile ifade edilen dünyada 8 yıllık ömür ile 88 yıllık ömür arasındaki 80 yıl fark; sinemaya 3 saniye sonra giren insan ile vaktinde giren diğerinin gösterideki film hakkında oluşturacakları görüş farkının yakınlığı kadar anlamsız bir farktır.

    Esasında fark yoktur. Fark bizim zihnimizdedir. Hayatın bizzat kendisi bir ‘an’dır. Bunu fark edip, benliğinde hazmedecek kişi de yaşam sevincini yakalamış kişidir. Hayatın kendisi, bize göre uzun veya kısa, bir ‘an’dır ve o yaşam sevinci ile dopdoludur.

    Günlük gaileler içinde zihnimiz ya geçmişin hesabı, ya geleceğin beklentisi ile dolu iken ‘an’ı ve yaşam sevincini atlamak çok kolay. Halbuki yaşam sevinci, sabah gözümüzü açtığımızda, uykulu gözlerimizin ardında çevremizi saran her şeyin içinde gizlidir. Zaten, o sihir bizi sıcak yatağımızdan koparır alır. Yatak yumuşak ve çok caziptir ama göz kapaklarımız uykunun cazibesi ile çevrenin sihri arasında hep uyanmaktan, yataktan kalkmaktan yana tercih kullanır.

    Gün ışığında gözümüze gözüken her şey yaşam sevincinin bizzat kaynağıdır.

    Günün doğuşunu hiç seyrettiniz mi? Sanki gündüz gecenin içindedir ve onun içinden çıkar. Çıktıktan sonra da gündüz geceyi yok eder. Ta ki gece gündüzün içinden çıkıp gündüzü yok edene dek!

    Gündüz gözüken, ayan beyan olan sihirlidir.  Gece ise gizem sihirlidir!

    Sihir de; kedinin yatağınıza ulaşıp miyavı ile size bulaşmasında, uyanan bitkinin yüzünü güneşe dönüşünde, 6 aylık bebeğin içindeki saati takip ederek hep gün doğumu ile viyaklamaya başlamasında, aydınlığın karanlığı bir anda yırtmasında gizlidir. Yaşam sevinci öyle uzaklarda değil, kendini milyarlarca yıldır her sabah tekrar eden devinimin içinde gizlidir.

    Sihir; mevsim kışsa çevremizi bir anda denetimi altına alan ve onu baştan aşağı beyaza boyayan fırtınada, mevsim yazsa çevreyi yavaş yavaş teslim alan sarı sıcakta gizlidir. Milyarlarca yıldır kendini tekrar eden sihir de yaşam sevincinin bizzat kendisidir.

    Yaşam sevinci; ayrılıkta içimizi kavuran hasrette, kavuşmada gözlerimize dolan iki damla yaşta gizlidir. Yaşam sevinci; attığımız kahkahanın, ama illa ki içimize çöken hüzünün, bir bardak serin suyun, dumanı tüten bir dilim ekmeğin, içimize çektiğimiz temiz havanın, orgazmın bizi zamanın dışına fırlatan enerjisinin, uykunun bir anda mahmur zihnimizi teslim alışının bizzat kendisidir.

    Yaşam sevinci; milyarlarca yıldır kendini tekrar eden sihirin ölümü de doğal hale getirdiğinin farkına varılmasıdır.

    Duygular İle baş etmek

    Türk insanının temel dertlerinden birisi de duyguları ile baş edememesidir. Türk insanı ya duygularının rüzgarına kapılır gider, ya da duygularından ödü kopar.

    Normal yurdum insanı maçta-meyhanede-cemaat içinde bol bol kızan-söven-suratı hiddetten al al olan bir insandır. Ancak aynı kişi doğal bir insani duygu karşısında ise içe kapanık-sıkılgan-yüzü kızarık-iki kelimeyi bir araya getiremez bir tutum içindedir.

    Normal yurdum erkeği sokakta güruh halinde arkadaşları ile yürürken bir kadına hayasızca laf atar -duygularını ifade eder!- ama aynı maço adamı bir kadına onu ne kadar beğendiğini samimi olarak ifade ederken görmek çok zordur.

    Aynı paralelde; ağlayan erkek veya gönlünce kahkaha atan bir kadın görmek de zordur bu topraklarda.
    – Ne lan öyle karı gibi hönkürüyorsun?
    – Ne kahkaha be; kaltak mı ne?

    Gönlünce eğlenmek, göbek atmak, hatta dans etmek hoş karşılanmaz bu diyarda. Aynı zamanda özlem, hasret, üzüntü de sözüm ona bize pek uğramaz.

    Hasretle birbirine sarılan olsa olsa ana ile oğludur. Sevgililer sokakta öpüşemezler.

    Ama ana avrat sövmek, adama kızıp sokağa tükürmek, sağ elini yumruk gibi sıkıp sol eli ile sağ bileğini avuçlayarak karşı tarafa kırgınlığını ifade etmek!, hakemin cinsel tercihinden şikayet etmek mübah sayıldığı gibi, siyasinin anasını anmak da entellik addedilir.

    Neden?

    Türk insanı sevdiğim terimle ‘şahsiyet’, moda terimle de ‘birey’ değildir de ondan!

    Türk insanı hep bastırılmış duygular ile yaşatılır da ondan. Bastıra bastıra içi dolar, sonunda ana avrat söverek içini boşaltır da ondan. İnsani duygulardan korktuğu için hayvani duygulara sarılır da ondan. Türk insanı tekamül etmez, değişmez ve dönüşmez de ondan! Güruh içinde yalnızdır da ondan! Esasında medeni dünyanın kabul edemeyeceği kadar egoisttir de ondan.

    Türk olmanın gururunu güruh olma cezası ile ödeyen Türk insanı kocaman ormanda yalnız bir ağaçtır.

    Bir yandan yontulmamış duygularından kaçarken, diğer yandan duyguları hep kendine yontmayı öğrenir.

    Türk insanı, kitaplar ne yazarsa yazsın, paylaşmayı hiç bilmez. Zoru görmeden ortak ve beraber hareket edemez.

    Örneğin: Türk erkeği sevişmez, sever -asıl kelimeyi tam olarak yazmama basın ve ahlak kanunları/kuralları engel- Türk kadını da sevişmez, verir! Verdiği için de; almadan vermek Allah’a mahsustur prensibi ile, sevişmek için illa ki bir şeyler alır. Hanımefendiler hemen alınmayın, alınan maddi bir karşılık olmak zorunda değil.

    İnsan denen varlık ‘lütfettiğini’ zannettiği her durumda karşılık olarak bir şeyler ister!

    Samimi inancım bu ülkenin önüdeki en büyük engelin vatandaşlarının bir türlü şahsiyet / birey olamaması- yapılmamasıdır. şahsiyet olmanın ilk belirtisi de tüm ve her türde duygular ile çırılçıplak yüzleşebilmektir.

    Duyguları Seyretmek

    “Türk insanının temel dertlerinden birisi de duyguları ile baş edememesidir. Türk insanı ya duygularının rüzgarına kapılır gider, ya da duygularından ödü kopar“

    Duygular ile nasıl baş edilir?

    Denediğimiz başka bir metod önerisi var. Bu hafta onu sizinle paylaşmak istiyorum. Duygularınızı seyredin! Duygularınızın dışına çıkın ve onlara bakın! Nasıl mı? İçinizde iki adet insan olun ve birisi diğerini seyretsin. Bu mümkün mü? Evet! Zor ama mümkün. Ben zaman zaman başarı ile deniyorum, bazen de başarısız oluyorum.

    Önce negatif bir duygu ile başlayalım:

    Birisine mi kızdınız, içinizdeki ´birisi´ o kızgınlığı dolu dolu yaşasın; isterseniz kızdığınıza sövsün saysın! İçinizdeki ´diğeri´ de bu kızgın adamı seyretsin. Kendinizi bir adet kızgın adam olarak seyredin. Bir süre sonra göreceksiniz ki, siz esasında dolu dizgin kızan ´birisi´ değil, onu seyreden ´diğeri´ olacaksınız. Size öyle gelecek. Giderek kızgın ´birisi´ olan siz kendinize yabancı gelmeye başlayacaksınız.

    İçinizdeki kızgın ´birisini´ seyrederken, giderek kızgınlık duygusunun size ait bir duygu olmadığını, daha doğrusu size ters gelen bir duygu olduğunu göreceksiniz.

    Hatta bir adım sonra ´birisinin´ yaşadığı kızgınlığın kendiniz olan ´diğeri´ni negatif etkilediğini göreceksiniz. ´Birisinin´ esasında ´diğerine´ zarar verdiğini hissedeceksiniz.
    Kızgınlığın; kızdığınıza değil, artık ´diğeri´ olan size zarar verdiğini tüm uzuvlarınız hissedecek.

    Kızdığınızın, belki de bizzat zarar görmesini istediğiniz kişisinin hiç zarar görmediğini, olanın size olduğunu algılayacaksınız. Hal bu hale gelince, bu sefer kızmanın ne kadar saçma bir duygu olduğunu görürsünüz.

      Bu sizin haklı olmadığınız, karşınızda sizi kızdıran insanın bir dangalak olmadığı veya bir daha hiç başkasına kızmayacağınız anlamına gelmez.

    İleride yine kızacak, içinizdeki kızan ´birisini´, ´diğeri´ yine seyredecek, içinizdeki ´diğeri´ bu kızgınlığın sadece size zarar verdiğini defelarca görecek ve kızgınlığınız saçma hale gelecektir.

    Giderek kızma duygusundan kaçmaya başlayacaksınız. Aksi halde de, kızgınlık giderek duyguları ile baş edemeyen insanlarda hem ´birisi´, hem ´diğeri´ içine yerleşir kendini ona devamlı taşıtır. Bu durumda siz hep size ait olmayan bir yük taşımaktasınız ve bu yük negatif enerji olarak hep baş edemediğiniz duygu kıvamındadır

    Bir de pozitif duyguyu irdeleyelim:

    İçinizdeki ´birisinin´ başka bir insanı sevdiğini var sayalım. Eğer becerebilrseniz, içinizdeki ´diğeri´ bu sevgiyi gözlemleyebilir, en azından seyredebilir. Bu kez seyrederken düşünmenize gerek yok. Zaten sevgiyi seyrederken düşünemezsiniz. Düşünmeden/düşünemeden sadece içinizdeki sevgiyi seyredin. Kızgınlık gibi negatif bir duyguyu seyrederken, bu duygu insan açısından ´palyatif´ olduğu için içinizdeki ´diğeri´:
    – Neden, diye sorar. Ancak, sevgi gibi insan fıtratı için doğal olan ve pozitif enerji yüklü bir duygu, düşünülerek değil seyredilerek fark edilir. Sevgi bir süre sonra içinizdeki ´birisinden´ içinizdeki ´diğerine´ akar. Aktığı anda ise içinize ılık, hoş, hafif bir şeyler dolar. İşte içinize dolan da bizzat siz kendinizsiniz!

    Eğer duygularınızı seyretmeyi öğrenirseniz; doğal ve doğal olduğu için illa ki pozitif duygular ile palyatif olan ve palyatif olduğu için illa ki negatif -insan bünyesine ters- duyguları ayırt edeceksiniz. Giderek size ait olanlar kalıcı olacak.

    İşte bu kalıcılığın adı da huzurdur!

    KelebekGibi
    Katılımcı

    Nazire anne olmadan önce yazisi cok güzel, gercektende bunlarin hepsi olmasada cogu dogru..Anne olunca insan coook degisiyorrrr.

    Nazire
    Katılımcı

    Bazen herkesin benim gibi oldugunu düsünüyorum, sanki herkes benim gibi düsünüyor, benim gibi üzülüyor. Benim gibi agaclarin, kuslarin, günesin isini benim icin yaratilmis oldugunu düsüüyorlar, zevk aliyoruz, Hayattan, Dünyadan.  Bazen ise, kendimi baska dünyadan geldigimi zannediyorum, sanki yanlizim su dünyada, kimse beni anlamiyor, ben kimseyi anlamiyorum, sanki hava kararmis, isli, bulutlu, sevgisiz, huzursuz bir dünyada yasadigimi hissediyorum.
    Kalabaliklarin arasinda kostururcasina giderken, Insanlari zor görüyorum, ve bakiyorum, onlarin benden farki yok, hepsi bir kosusturma icersinde, hepsi bir yere yetismeye ugrasiyor, Irkiliyorum. Sanki herkes benim düsüncemi düsünüyor, o kalabaliklarin icersinde, sanki herkesin söyledikleri caliniyor kulagima, Allah´him diyorum, Ne cok fikir, ne cok dert, ne cok tasai, ne cok sevinc, ne cok üzüntü, ve ne cok gözyasi bir arada, gülen yüzler, suratli yüzler, dertli tasali yüzler, bir yerde aglayan gözler, ici kararmis insanlar, Yoruluyorum. Hem de cok. Bu hayatin zorlugunda, birinin cikipta herseyi resetlemesini istiyorum sanki, Nasil geldik bu Noktaya, ve nasil devam edecegiz, bir gün Huzur bulacakmiyiz, yoksa hep böyle yasam kavgasi devam edicekmi icimizde hepimizin. Neden hersey git gide zorlasti, nerde aradigimiz Huzur, sevgi. Ve hersey büyüdükce neden kücüldü umutlarimiz. Neden birbirimize baktigimizde hissettigimiz sertlik düsmanlik. Bir gün bulacakmiyiz sorularimizin cevabini. Yoksa hep arayis icinde, umutlarimiz yok olup, cogalicakmi düsmanlik duygularimiz.

    Nazire
    Katılımcı

    Bazen zannettigimiz düsünce, veya söz, veya paylasmak istedigimiz, bizim anladigimiz gibi, karsi taraf anlayamaz, üzülürüz, benmi yanlis anlatiyorum, karsi tarafmi beni anlamak istemiyor, diye düsünürüz, bazen hayal kirikligina urariz, okadar cok seyler var anlatmak istedigimizi, fakat anlatamadigimiz,  ve icimize attigimiz, oysa herkesin istegi, anlanmak degilmidir.
    Yasam bir sanattir, yasadikca gördükce ögrenilinir, fakat gözlerimizin acik oldugu gibi, degildir her gercek, beynimiz algiladigi gibi, gönlümüzüde, kalbimizi de acmamiz gerekiyor cevremizdeki olanlari bitenleri görüp ögrenebilmemiz icin, nasil deniyorsa sadece duyguyla düsünmek yanlisdir diye, sadece beyinle düsünmek de yanlisdir, ikisinin olustugu ortaklikda, gelisir insanlar. Huzuru, sevgiyi mutlulugu hissedebiliriz, eger bunlari görmeyide ögrenirsek.

    Sinir, agrassiyon, insanin en tehlikeli bir duygusudur, bazen sinirden ortaligi yikmak isterken, karsi tarafi hic anliyamayiz.

    Yasamin degisikliklerini, farkina varmassa bir insan, ve farkina varip ilgilenmesse insan, degisen bir yasama adimini atamaz, ayak uyduramaz.
    Insanlarin´da degisdigini bazen görmek ve kabullenmek gerekir, bir cocuk büyüyüp saygi beklerken, herzaman cocuk gibi davranildiginda, degistigini kimsenin görmemesi, cocugu üzer, ve devamli bir celiski icersinde olur.
    Hayat okadar hizli gidiyor ki ayak uydurmak zorlastikca zorlasiyor. Böyle bir hayatta, gözlerimiz bir kere bakmak degil, iki kere bakmaya zorluyor.
    En önemlisi, Sevgimizi kaybetmemek, nefretin yerine Sevgi dolsun icimiz, ki bu zor yasamda biraz olsun mutlulugumuzu, umutlarimizi kaybetmiyelim.

    Nazire
    Katılımcı

    Ich fühle, also bin ich
    Trauer und Wut, Freude und Überraschung – Emotionen sind nicht nur Beigaben zum Verstand. Sie sichern unser Überleben. Ohne Ekel würden wir Schimmel essen, Ärger macht uns wachsam. Und auch bei wichtigen Entscheidungen gilt: Der Bauch ist oft klüger, als man denkt.
    Von Bas Kast
    Es war einmal ein Mann, der liebte zwei Frauen und wusste nicht, für welche er sich entscheiden sollte. Die eine liebte er aus ganz anderen Gründen als die zweite – wie sollte er da wählen? Dummerweise wussten die beiden voneinander und hatten dem Mann die Pistole auf die Brust gesetzt: Sie oder ich!

    In seiner Verzweiflung entschloss er sich, auf einem Blatt Papier die Vor- und Nachteile der Alternative aufzulisten. So sammelte er alle Kriterien, die ihm wichtig waren. Er versuchte sich vorzustellen, wie lieb Kandidatin eins ihn auch nach Jahren der Ehe noch behandeln würde im Vergleich zu Kandidatin zwei. Er bewertete das Äußere und überlegte, inwiefern die Frauen im späteren Leben interessante Gesprächspartner für ihn sein würden. Er gewichtete die Kriterien, gab jedem Element eine Punktzahl, addierte die Werte und verglich das Ergebnis.

    Dann geschah etwas Seltsames. Er sah das Ergebnis und wusste instinktiv: Es ist falsch. Sein Herz hatte eine andere Entscheidung getroffen als sein Verstand
    Der Mann beschloss, seine Liste zu vergessen, und verbrachte viele Jahre glücklich mit der Frau seines Herzens. Er hatte auf sein Gefühl gehört.

    Bittet man Gerd Gigerenzer, seine Forschungsergebnisse in wenigen Worten auf den Punkt zu bringen, erzählt er die Geschichte von dem Mann und den beiden Frauen. Gigerenzer ist kein Märchenonkel, sondern Direktor am Max-Planck-Institut für Bildungsforschung in Berlin. Er gehört zu den renommiertesten Experten für die Psychologie von Entscheidungen. Und der Mann mit den Frauen ist kein Märchenprinz, sondern ein Bekannter von ihm.

    Gigerenzers Thema ist nicht Herzschmerz, sondern die Anatomie der Ratio. Und die Quintessenz aus 20 Jahren Entscheidungsforschung lautet auch nicht einfach: Geh, wohin dein Herz dich trägt. Gigerenzer und seine Kollegen, Psychologen, Kognitions- und Hirnforscher rund um die Welt, sind dabei, jene Prozesse zu entschlüsseln, auf denen unser Denken, unsere Gefühle und unsere Intuition beruhen, und sie stellen fest: In vielen Situationen fährt man mit dem Bauchgefühl besser als durch langes Räsonieren.

    Manche von ihnen, Neuroökonomen etwa, die mit Kernspintomografen direkt in den Kopf von Konsumenten gucken, während diese zwischen Jever oder Becks wählen müssen, gehen noch einen Schritt weiter und behaupten: Entscheidungen ohne Gefühle gibt es gar nicht. Der Homo oeconomicus, der die Alternativen rein rational abwägt, erweist sich als Fiktion der klassischen Wirtschaftstheorie.

    Neuroökonomen von der Universität Münster stellten vor wenigen Monaten in einer Studie im Journal of Neuroimaging sogar fest: Werden wir mit unserem Lieblingsbier oder unserer bevorzugten Kaffeemarke konfrontiert, schaltet sich der Verstand geradezu aus – Gefühlsareale werden aktiviert und übernehmen die Entscheidung.

    »Alle Entscheidungen sind letztlich Gefühlsentscheidungen«, sagt Gerhard Roth, Hirnforscher an der Universität Bremen. Grundlage unserer Motivation sei immer das Gefühl, dazwischen komme eventuell die Ratio ins Spiel.

    Es geht hier nicht um die viel bemühte »emotionale Intelligenz« oder die Wiederentdeckung der »sozialen Kompetenz«. Es geht um die vielen hundert großen und kleinen Entscheidungen, die jeder von uns Tag für Tag treffen muss. Es geht um das Wesen des Menschen: ums Denken.

    Befand sich die Psychologie in den 80er Jahren noch inmitten einer »kognitiven Wende«, in der sich die Wissenschaftler dem menschlichen Verstand zuwandten, so zeichnet sich inzwischen eine »emotionale Wende« ab. In einem Übersichtsartikel für die Annual Review of Psychology kommt die Hirnforscherin Elizabeth Phelps von der New York University Anfang dieses Jahres zu dem Schluss: »Um das menschliche Denken zu verstehen, müssen wir die Emotionen berücksichtigen.« Immer mehr Kognitionsforscher erkennen: Wer denken will, muss fühlen. »Hier vollzieht sich auf breiter Front ein vollkommener Blickwechsel«, verkündet Roth. »Und es fängt gerade erst richtig an.«

    Eine Revolution im Kopf. Schließlich galten Gefühle jahrhundertelang als »nicht edel«, wie Roth sagt, »haben sie doch mit dem Körper, dem Bauch und noch viel unedleren Teilen zu tun«. Der Mensch definierte sich über den Verstand. Gefühle kamen bestenfalls als »Luxus« davon.

    Oft wurden Gefühle regelrecht verachtet. Plato hielt Emotionen für eine Art Krankheit. Nur mit dem Verstand, glaubte der griechische Philosoph, ließe sich der »Dämon der Gefühle« zähmen. Auch den Stoikern erschienen Gefühle als lästige Denkfehler.

    Bis auf den heutigen Tag fallen wir vor der Ratio auf die Knie. Wenn es darum geht, eine wichtige Wahl zu treffen, scheint der Halbvulkanier Mr. Spock aus der Science-Fiction-Serie Raumschiff Enterprise das heimliche Vorbild zu sein. Spock kennt keine Emotionen. Ungestört von Gefühlsvernebelung, so die Botschaft, ist er in der Lage, besonders klare Analysen abzugeben.

    Klar, Gefühle können uns in die Irre führen. Und wie. Oft aber, darauf deuten viele der neuen Befunde, verleiten sie uns nicht zu Denkfehlern, im Gegenteil: Oft sind die Gefühle schlauer als der Verstand.

    Den Auftakt zur emotionalen Wende machte Ende der 90er Jahre der Neurologe Antonio Damasio von der Universität von Iowa. Mit einem bahnbrechenden Experiment kam er der Intelligenz unserer Gefühle als einer der ersten auf die Spur. Damasio legte Probanden vier Kartenstapel hin, von denen sie jeweils eine Karte ziehen sollten. Die Karten zweier Stapel (A und B) warfen große Gewinne ab, während bei den Karten der anderen Stapel (C und D) der Profit mager ausfiel.

    Der Haken an der Sache: In den Stapeln, die zu den hohen Gewinnen führten, lag hin und wieder auch eine »rote Karte«, die eine empfindliche Geldbuße mit sich brachte. Die beiden anderen Stapel waren zwar ebenfalls mit Strafkarten durchsetzt; hier aber fielen die Verluste geringer aus. Damasio hatte das Kartenspiel so arrangiert, dass es auf lange Sicht günstiger war, sich von den Stapeln C und D zu bedienen.

    Vor dem Spiel klebte Antonio Damasio Elektroden an die Haut der Testpersonen, um deren Hautleitfähigkeit zu messen, die immer dann steigt, wenn man nervös wird und anfängt zu schwitzen – eine Art Lügendetektor.

    Zunächst war keinem der Teilnehmer klar, welcher Stapel wie viel Gewinn abwarf. Runde um Runde verging. Keiner durchschaute das System. Erst nach der fünfzigsten Karte äußerten einige den Verdacht, Stapel A und B seien »irgendwie riskant«.

    Die Überraschung folgte, als Damasio einen Blick auf den Lügendetektor warf. Bereits bei der zehnten Karte hatte der Lügendetektor Alarm geschlagen, als die Spieler nach den Stapeln A und B griffen. Das Gespür hatte die Gefahr, die von den beiden riskanten Stapeln ausging, also lange vor dem bewussten Verstand gewittert. »Emotionen«, schlussfolgert Damasio, »sind keineswegs ein Luxus.« Vielmehr würden wir ohne sie »ziemlich dumm dastehen«.

    Nachdem Charles Darwin seine Evolutionstheorie aufgestellt hatte, erkannten Biologen, dass sich auch Gefühle als Form der Intelligenz verstehen lassen, ohne die unsere haarigen Vorfahren in der afrikanischen Savanne wohl kaum überlebt hätten. Gefühle stellen aus dieser Sicht keine Denkfehler, sondern vielmehr »verkörperte Information« dar. Freude etwa teilt uns mit: alles in Ordnung, mehr davon. Angst mahnt zur Vorsicht, macht wachsam gegenüber Gefahren. Ekel veranlasst zu Hygiene und warnt vor verdorbener Nahrung (siehe Kästen).

    Wie wichtig gerade auch die negativen Gefühle für unser Überleben sein können, wird deutlich, wenn sie plötzlich gar nicht mehr da sind. So berichtete Antonio Damasio von einer Patientin (Frau S.), die kaum noch Angst zu empfinden scheint. Frau S. hat auch extreme Schwierigkeiten, Angst in den Gesichtern anderer Menschen zu erkennen. Dies gelingt ihr nur, wenn sie die ausdrückliche Instruktion bekommt, ihre Aufmerksamkeit auf die Augenpartie eines Gesichts zu lenken. Aufgrund einer seltenen Erbkrankheit sind bei Frau S. die beiden Mandelkerne ihres Gehirns verkalkt. Die kleinen Nervenzellbündel tief im Innern des Gehirns gelten als Teil eines neuronalen Angstzentrums: Sobald wir uns fürchten, »feuern« unter anderem die Mandelkerne (siehe Kasten auf Seite 18).

    Frau S. ist immer freundlich, fröhlich und entgegenkommend. Etwas zu entgegenkommend, wie Damasio bemerkt. Sie lässt sich von jedem Fremden bereitwillig umarmen und brennt förmlich darauf, mit jedem zu interagieren, der ein Gespräch mit ihr anfängt. Dabei wird Frau S. von ihren Mitmenschen immer wieder reingelegt, ausgenutzt und betrogen. Die gesunde Portion Argwohn, die uns bewahrt, jedem und allem blind zu vertrauen, bei Frau S. ist sie offenbar verloren gegangen – es ist der Preis der Furchtlosigkeit.

    Nicht nur Angst und Vorsicht, sondern viele Gefühle begleiten uns durch den Alltag wie Schutzengel. Damasios Kollege Ralph Adolphs vom California Institute of Technology in Pasadena hat kürzlich im Fachblatt Brain and Cognition die Fallgeschichte von Herrn B. beschrieben, bei dem nach einer durch Herpes-Viren hervorgerufenen Hirnentzündung jedes Gefühl von Ekel wie ausgelöscht schien. Die Infektion hatte eine ausgedehnte Hirnverletzung nach sich gezogen: Beide Mandelkerne sowie diverse andere Areale waren verletzt, darunter eine Region namens insulärer Cortex.

    Stellte sich einer der Forscher vor Herrn B. und tat so, als würde er sich erbrechen und eine ungenießbare Speise ausspucken, beschrieb Herr B. die Szene mit den Worten, hier würde jemand offenbar »herrliches Essen genießen«. Herr B. trank Milch, die bereits aus Klumpen bestand, und fand sie »lecker«. Wie Frau S., so war auch Herrn B. ein Teil seines natürlichen Alarmsystems abhanden gekommen. Die Folge: Bei jedem Griff zum Kühlschrank riskierte der Mann eine Lebensmittelvergiftung.

    Doch neben den Gefühlen, die uns die Evolution mit auf den Weg gegeben hat, verfügen wir noch über das, was man »Bauchgefühl«, »Gespür« und »Intuition« nennt. Es lässt sich weniger leicht fassen, weil es sich weitgehend aus unbewussten Quellen des Gehirns speist. Unsere Intuition ist teils angeboren, zum Großteil aber schöpft sie aus Erfahrungen, die wir im Laufe des Lebens gesammelt haben.

    Wie groSS die Macht der Intuition ist, demonstrierte vergangenes Jahr der New Yorker Reporter Malcolm Gladwell mit seinem Buch Blink! (etwa: »Wimpernschlag«). »Intuitive Entscheidungen«, lautet Gladwells Credo, »können sehr schnell gefällt werden und sind deshalb keinen Deut schlechter als Entscheidungen, die am Ende eines langen Für und Wider stehen.«

    In seinem spektakulärsten Beispiel berichtet er vom Getty-Museum in Los Angeles, dem in den 80er Jahren eine griechische Jünglingsstatue angeboten wurde. 14 Monate lang rückte man der angeblich antiken Plastik mit High-Tech-Geräten auf den Marmorleib: mit Elektronenmikroskop, Massenspektrografie, Röntgendiffraktions- und Röntgenfloureszenzuntersuchungen. Eindeutiger Befund: Das Kunstwerk ist echt.

    Kurz vor Abschluss des Kaufvertrags sah sich Thomas Hoving, der ehemalige Leiter des Metropolitan Museum of Art in New York, die Figur an. Das Erste, was ihm in den Sinn kam, war »frisch« – »nicht gerade das erste Wort, das einem beim Anblick einer zweieinhalbtausend Jahre alten Statue einfallen sollte«, schreibt Gladwell. Andere Experten meldeten ebenfalls spontan Zweifel an. Den Leiter der Archäologischen Gesellschaft in Athen überfiel, als er den Jüngling zum ersten Mal sah, »sofort ein Frösteln am ganzen Körper« und »das Gefühl, uns würde eine unsichtbare Wand trennen«.

    Tatsächlich stellte sich dann heraus: Die Statue, für die der Kunsthändler zehn Millionen Dollar verlangte, stammte aus einer Fälscherwerkstatt in Rom. Die monatelangen wissenschaftlichen Analysen erwiesen sich als wertlos – richtig dagegen lag eine Hand voll Kunstkenner, die in Sekundenschnelle zu einem treffsicheren Urteil gekommen war. Mit ihrem Bauchgefühl.

    Manchmal, das betont auch Gladwell, liegen wir mit unserer Intuition daneben: Jahrhundertelang hat sie uns vorgegaukelt, die Sonne würde sich um die Erde drehen. Es bedurfte schon des Verstandes, um dahinterzukommen, wie es sich wirklich verhält. In vielen anderen Situationen aber ist, wie Versuche zeigen, unser Bauchgefühl dem analytischen Verstand überlegen.

    In einem Experiment ließen die US-Psychologen Timothy Wilson und Jonathan Schooler eine Gruppe von Studenten fünf Kunstposter bewerten. Zur Wahl standen unter anderem ein Van Gogh und Monets Nymphéas. Die Hälfte der Teilnehmer sollte zunächst das Für und Wider der Poster schriftlich auflisten. Die anderen sollten spontan entscheiden, sich auf ihr Gefühl verlassen. Im Anschluss schenkten die Forscher den Probanden das Plakat, das ihnen am besten gefallen hatte.

    Wochen später, am Ende des Semesters, riefen die Psychologen die Studenten an, um nachzufragen, ob ihnen das Poster noch gefiel. Überrascht stellten sie fest, dass jene, die die Plakate analysiert hatten, mit ihrer Wahl nicht sonderlich zufrieden waren. Als glücklicher erwiesen sich die Spontanentscheider – sie hatten ihr Poster auch häufiger in ihrer Wohnung an die Wand gepinnt. Der Verstand hatte offenbar eine schlechtere Wahl getroffen als das Bauchgefühl.

    Und das ist nicht etwa ein Ausnahmebefund. Ähnliche Resultate erhält man, wenn es um den Kauf von Aktien, Frühstücksmarmelade oder, wie die Psychologin Cornelia Betsch von der Universität Heidelberg vor kurzem feststellte, um die Wahl einer Hautcreme geht. In verschiedenen Bereichen des Alltags beobachten Wissenschaftler: Mehr Analyse führt nicht unbedingt zu einer besseren Entscheidung.

    Wie kann das sein? Woher bezieht unser Bauchgefühl bloß seine Macht? Ist unser Verstand etwa dümmer, als wir dachten? Nicht unbedingt, doch die Kapazität der bewussten Ratio ist schlicht begrenzt.

    Das Bewusstsein bewältigt, so schätzt man, ungefähr 50 Basiseinheiten von Information (Bits) pro Sekunde. Das Unbewusste dagegen wird sogar mit Millionen von Bits fertig. In jeder Sekunde verarbeiten unsere Sinne mehrere Millionen Bits, nur ein Bruchteil davon jedoch dringt ins Bewusstsein. Der Hirnforscher Gerhard Roth schätzt, dass uns weniger als 0,1 Prozent dessen, was das Gehirn tut, aktuell bewusst wird. Der enorme Rest wird unbewusst erledigt. Das Unbewusste kann somit eine Vielzahl von Informationen gleichzeitig verarbeiten. Das ist ein großer Vorzug, geht aber auch mit einigen Nachteilen einher.

    Die bewusste Ratio ähnelt einem Scheinwerferlicht, das einen Punkt im Raum klar beleuchten kann, zum Beispiel das Gesicht eines Schauspielers. Jedes Detail des Gesichts wird sichtbar. Die Bühne bleibt im Dunkeln. Unser bewusstes Denken ist somit sehr präzise und fokussiert, fixiert sich aber auf Details und verliert schnell das große Ganze aus dem Auge.

    Das unbewusste Gespür gleicht dagegen eher einem schwachen Flutlicht, mit dem man nicht jede Feinheit sehen kann. Was macht 8 mal 15? Man könnte die Aufgabe an sein Unbewusstes delegieren, es stundenlang darüber brüten lassen – es käme nie zu einer Lösung. Präzision gehört nicht zu seinen Stärken. Dafür werden die Umrisse der ganzen Bühne sichtbar. Alles wird ein bisschen beleuchtet. Diese Strategie erweist sich gerade in komplexen Situationen als Vorteil.

    Anhaltspunkte dafür, dass unser unbewusstes Gespür tatsächlich »denken« kann, liefert auch der niederländische Psychologe Ap Dijksterhuis, der dem Poster-Experiment seiner US-Kollegen eine weitere Drehung gab. Der Forscher von der Universität von Amsterdam wiederholte diesen Versuch, fügte aber eine dritte Variante hinzu. Eine Gruppe von Teilnehmern sollte die Plakate nun weder sofort bewerten noch sich bewusst mit ihnen auseinander setzen. Stattdessen zeigte der Psychologe erst die Plakate, um die Probanden unmittelbar danach einige Minuten mit einer kniffligen Sprachaufgabe abzulenken, sodass sie nicht weiter über die Poster nachdenken konnten. Anschließend sollten sie ihre Entscheidung treffen.

    Als Dijksterhuis Wochen später anrief, um sich wie üblich nach den Plakaten zu erkundigen, stellte er fest: Von allen Teilnehmern bewerteten die Personen, die er vor der Entscheidung eine Zeit lang abgelenkt hatte, die Poster am positivsten – positiver noch als die Spontanentscheider!

    Ihnen sprang, wie der Forscher vermutet, das Unbewusste zur Seite. Während der Verstand an der Sprachaufgabe knabberte, konnten die Eindrücke der Poster in aller Ruhe zu den tieferen Schichten des Gehirns hinabsteigen, wo unbewusste Prozesse eine Bewertung vornahmen. Und da die Rechenleistung des Unbewussten weitaus größer ist als die des Bewusstseins, war es den Probanden möglich, zahlreiche Aspekte des Posters in Betracht zu ziehen.

    Umgekehrt gerieten jene, die bewusst über die Poster nachdenken sollten, schnell an die natürlichen Kapazitätsgrenzen, klammerten sich in ihrer Not an einige ausgewählte Details – und trafen dadurch eine schlechtere Entscheidung. »Das Unbewusste«, sagt Dijksterhuis, dessen Studie Ende dieses Jahres erscheinen wird, »ist manchmal rationaler als der bewusste Verstand.«

    Mr. Spock, der gefühllose Halbvulkanier aus Raumschiff Enterprise, wäre im richtigen Leben ganz schön aufgeschmissen. Gerade jemand, der im Alltag nicht von seinen Gefühlen abgelenkt und verwirrt wird, könnte man meinen, müsste in der Lage sein, besonders rationale, besonders gute Entscheidungen zu treffen. Genau das Gegenteil trifft zu, wie auch die bekannteste Fallgeschichte des Neurologen Damasio unterstreicht: die Geschichte von Elliot.

    Elliot, ein erfolgreicher Jurist, war ein Vorbild für seine Kollegen, ein liebevoller Ehemann und Vater. Bis ein Tumor von der Größe einer Zitrone sein vorderes Stirnhirn zerstörte. Das Geschwür wurde entfernt, doch Elliot war nicht mehr Elliot.

    Verblüffenderweise war sein IQ völlig intakt geblieben. Dafür war seine Gefühlswelt zutiefst gestört: Elliot empfand so gut wie nichts mehr. Und mit diesem Verlust der Gefühle, schien es, ging auch Elliots Sinn für das Wesentliche im Leben verloren. Während der Arbeit konnte er stundenlang grübeln, wie er die Papiere auf seinem Schreibtisch ordnen sollte. Ständig verzettelte er sich. Elliot wurde gekündigt, und schließlich ging auch seine Ehe in die Brüche.

    Damasio ließ Elliot und weitere Patienten mit ähnlichen Schäden des vorderen Stirnhirns ebenfalls an dem Kartenspiel teilnehmen. Dabei zeigte sich: Weder schlug bei ihnen der Lügendetektor aus, sobald sie nach den Stapeln mit den gefährlichen Karten griffen, noch änderten sie im Laufe des Spiels ihr Verhalten. Selbst als sie das System durchschaut hatten – was bei dem hoch intelligenten Elliot nach wenigen Runden der Fall war -, bedienten sie sich weiterhin von den riskanten Karten. Es war, als könne der Verstand ohne das warnende Gefühl die Patienten nicht zu einer vernünftigen Entscheidung veranlassen.

    Lange hat man das Gefühl gegen den Verstand ausgespielt. »Der intuitive Geist ist ein heiliges Geschenk und der rationale Geist ein treuer Diener«, sagte Einstein und kritisierte: »Wir haben eine Gesellschaft erschaffen, die den Diener ehrt und das Geschenk vergessen hat.« Allmählich aber, so scheint es, weiß man das Geschenk, von dem Einstein sprach, wieder etwas mehr zu würdigen. Nun jedoch den Verstand zu verteufeln und die Gefühle kritiklos zu verehren hieße allerdings, in den umgekehrten Fehler zu verfallen. Verstand und Gefühl haben beide ihre Stärken. Wann also sollte man sich auf sein Gespür verlassen – und wann den Kopf einschalten?

    Regel Nummer eins: Wer bereits Erfahrung auf einem Gebiet hat, kann sich meist auf sein Bauchgefühl verlassen. Ist man dagegen ein blutiger Laie, profitiert man oft davon, sich mehr Zeit zu lassen, sich ausführlicher und bewusst mit der Situation auseinander zu setzen.

    Untersuchungen, in denen man die Leistung von Experten mit der von Novizen verglichen hat, untermauern diese Regel. So hat die Psychologin Sian Leah Beilock von der Universität von Chicago kürzlich beobachtet: Profi-Golfspieler schlagen den Ball dann am besten, wenn man ihnen keine Zeit lässt, um über ihren Schlag nachzudenken; bei Anfängern verhält es sich genau umgekehrt. Regel Nummer zwei: Je unübersichtlicher die Situation, desto öfter versagt die Analyse – und die Intuition entwickelt Vorteile.

    Einen Hinweis erbrachte Gerd Gigerenzer mit einem kühnen Versuch. Er fragte Passanten in München und Chicago anhand einer Liste mit den Namen von Aktienunternehmen, welche davon sie kannten. Dann investierte er 50 000 Euro in jene Firmen, die fast allen geläufig waren. Ein halbes Jahr später hatte sein Portfolio nahezu alle Analysen hochinformierter Investmentanalysten geschlagen. Er hatte nach einer Faustregel, die wir oft intuitiv anwenden, gehandelt: Nimm das Bekannte!

    Vernünftige Erwägungen in den Wind zu schlagen und seinen Gefühlen blind zu folgen kann jedoch ebenso ins Verderben führen wie Analysewut und Hyperrationalität. Vor wenigen Jahren berechnete Gigerenzer anhand von Daten des US-Verkehrsministeriums die Zahl der Verkehrstoten nach dem 11. September 2001 in den USA, als die Menschen aus Angst vorm Fliegen aufs Auto umgestiegen waren. Die Zahl der Todesopfer in den drei Monaten nach 9/11 lag um 350 über dem langjährigen Durchschnitt und überstieg damit die Zahl derjenigen, die in den abgestürzten Flugzeugen ums Leben gekommen waren.

    Wie fühlen wir?

    Hirnstamm, cortex, mandelkern

    Langsam entdecken Neurowissenschaftler derzeit jene Hirnstrukturen, die uns fühlen lassen. Im Mittelpunkt steht das so genannte limbische System, ein Netzwerk aus zahlreichen Hirnregionen, die stammesgeschichtlich zu den älteren gehören und unter der Großhirnrinde liegen. Es ist vor allem für das unbewusste Verarbeiten und Bewerten von Emotionen zuständig. Die bewusste Verarbeitung findet vorwiegend im präfrontalen Cortex statt. Zum limbischen System zählen auch die beiden Mandelkerne nahe der Ohren ebenso wie der insuläre Cortex und ein Gebiet im Hirnstamm, das man als »Belohnungssystem« bezeichnet und dessen Aktivität mit guten Gefühlen einhergeht. Im Mandelkern werden überwiegend negative Gefühle wie Ekel, Angst und Ärger ausgelöst. Aber nicht nur: Ist zugleich das Belohnungssystem erregt, stellt sich ein Gefühl freudiger Überraschung ein. »Der Mandelkern wühlt uns emotional auf«, sagt der Hirnforscher Gerhard Roth – wie wir uns dabei genau fühlen, ob verängstigt, verärgert oder glücklich, hängt von der Aktivität weiterer Areale des limbischen Systems ab.

    http://www.zeit.de

    yücel
    Katılımcı

    Nazire nasil üsenmeden bu kadar yaziyi yaziyorsun merak ediyorum.
    Yine de emege saygi duyariz

    elifelif
    Katılımcı

    nazire annelik icin süper bir yazi bu kadar güzel anlatilabilmesini bu kelimelerle mümkün kildigin icin tesekkürler ama kanayan yaramada tuz oldu
    ben 3 yillik evliyim ve anne olamiyorum
    nedeni sebebi bosver yazmak bile canimi cok sIkIyor neyse…………emege tesekkürdü benim ki sadece
    sevgiyle kal

    nisanur
    Katılımcı

    bende konuyu okudum RABBİM herkese hayırlı anne olmayı nasip etsin elifelif kardes hayırlısı olsun hiç canını sıkma rabbim hayırlı evlatlar versin cümlemize bu nasip meselesi bol bol dua et bizde inş.

    elifelif
    Katılımcı

    sagol nisanur kardes egerki bayansan adinla bir yasa sevgiler saygilar dualarimiz kabul olmasi dileklerimle

    nisanur
    Katılımcı

    amin canım inşALLAH..

    zemheri
    Katılımcı

    her yazdigin harf icin ayri ayri tesekkürler nazire
    ELiNE
    KOLUNA
    YÜREGiNE
    SAGLIK

10 yanıt görüntüleniyor - 16 ile 25 arası (toplam 25)
  • Bu konuyu yanıtlamak için giriş yapmış olmalısınız.