GEFÜHLE – DUYGULAR

Forumlar Cafe almancax GEFÜHLE – DUYGULAR

ALMANCAX FORUMLARINA HOŞGELDİNİZ. FORUMLARIMIZDA ALMANYA VE ALMANCA HAKKINDA ARADIĞINIZ HER TÜRLÜ BİLGİYE ULAŞABİLİRSİNİZ.
    Nazire
    Katılımcı

      Duygular

    Öfke, Kızgınlık, Üzüntü, Sevİnç, Tahrİk, Sıkıntı v.b. Nedİr?
                 
    Yetişme koşullarından tutun, dini veya laik kurallara, gelenek ve göreneğe, aile terbiyesine kadar bize bu alemde nasıl davranmamız gerektiğini öğreten veya bu iddiada bulunan tüm öğretiler duygularımızın çoğundan kaçmamızı salık veriyorlar.

    Sevinmek, sevmek, gülmek v.b. hoş duygulardır.

    Üzülmek, sıkılmak, sinirlenmek, kızmak, utanmak v.b. nahoş duygulardır.

    Ancak, tüm bunları ifade etmek ortak bir paydada gayr-i memnudur.

    Seversiniz, etrafa o şahsı sevdiğinizi söyleyemezsiniz.

    Sevindiğinizde zil çalıp oynamanız hoş karşılanmaz.

    Ağzınızı doldura doldura gülseniz hafif meşrep olduğunuz düşünülür.

    İşteki başarısızlığınıza üzüldüğünüzü ifade edemezsiniz.

    Misafirlikte ‘sıkıldım’ deyip kalkmak yok.

    Sinir küpü olsa dahi ‘ben sinirlendim’ diyen insan gördünüz mü?

    Birine kızsanız öldüm Allah kabul etmek istemezsiniz.

    Saçma bir tavrınız yüzünden utandığınızı kabul etmeyi hiç istemezsiniz.

    Neden insan olmanın, daha doğrusu ‘olgun insan’ olmanın özü duygulardan uzak durmak ile eş tutulur?

    Bebekler, çocuklar, hatta bazen gençler duyguları açısından ‘hoş karşılanabilir’ ama ‘olgun insan’ asla!

    Üstelik, duygular nerede ise hayvanlara ait özelliklerdir. Ancak, hayvanlar göz önünde ‘hayasızca’ sevişirler, hiç utanmazlar, üzülürler mi üzülmezler mi hiç bilmez ve hatta ilgilenmeyiz.

    Giderek; 21’inci Yüzyıl’da insan olmanın tek yöntemi, mümkün olduğu kadar duyguların etkilerinden kaçmak ve hemen her konuda ‘akıl yürütmek’ olarak kabul görüyor ki, bu beni çok ama çok rahatsız ediyor. Analiz yapmak için akla ihtiyaç olduğunu katiyen inkar etmiyorum ama duygulardan bu kadar kaçmanın anlamı ne bunu anlamıyorum.

    Daha ötesi; bu tutumun insanlara zarar verdiğini, değil ‘olgun insan’ veya ‘21’inci Yüzyıl’ın insanı’ yaptığını, insanlıktan çıkardığını düşünüyorum.

    Sanki çağdaş insanın öğretisine geçtiğimiz 50 yılda aşağıda örneklerini verdiğim düşünce kalıpları monte edildi, daha beteri çekiçle çakıldı:

    -Çok duygusal davranıyorsun!

    -Hislerini belli etme.

    -Ağlama, ne var bunda.

    -Deli gibi ona buna gülme.

    -Sakın düşkünlüğünü ona belli etme.

    -Keşke ona kendisini ne kadar özlediğimi söyleyebilsem.

    -Bu işi aklım hiç almıyor.

    -Mantığın kabul ediyor mu?

    -Onlar akıllı insanlar, mantık evliliği yaptılar.

    -O önüne çıkan herkese aşık olur.

    Çeşİtlİ duygular nelerdİr, nasıl yaşanır, neden onlardan kaçarız?

    ÖFKE

    Batı medeniyet çığrından gelmeyen insanları akıl kullanmak yerine duygularının esiri olan insanlar olarak tanıyoruz ama bence biz Türkler duygu kullanmayı da bilmiyoruz.  Akıl kullanmayı biliyor, duygu kullanmayı bilmiyoruz demiyorum. Hem akıl, hem duygu kullanmayı bilmiyoruz. Duygulardan, başka bir duygu ile, korkuyoruz. Korkuyoruz, zira ya onları yok sayıyor, ya da onların esiri oluyoruz. Duygular ile baş edemiyoruz.

    Garip gelecek ama; bence akıl kullanmak için duygu kullanmayı da bilmek gerekiyor.

    Nedir öfke?
    İçinizde yavaş yavaş kabaran, ancak dışarı bir anda yansıyan şiddetli kızgınlık.

    Öfkelenen insanın önce yüzü kızarır, herhalde tansiyonu yükselir, içinde dalga dalga yükselen bir bomba birden ağzına kadar ulaşır ve dışarı patlar.

    Sonrasını hatırlamayanlar dahi vardır. Sanki öfke patlamasına yakalanan kişi daha önceki kişiliğine göre başka bir insan olmuştur. Sonradan kendisine patlama döneminde yaptıkları anlatıldığında ne halt yediğini! hatırlamaz bile.

    Öfke; kabul edilmemiş kızgınlığın, hatta daha basit bir duygu olarak kırgınlığın bizzat kabul edilemediği için denetimden çıkmasıdır. İnsan insani bir duygudan; haklı haksız, kızmaktan kaçtığı için, daha doğrusu kızgınlığını göstermekten imtina ettiği için sonunda öfkeye yakalanır. Öfke, tipik bir yağmurdan kaçarken doluya tutulma eylemidir. İçine buharlı basınç sıkıştırılmış tencere, eğer subabı vasıtası ile, dışarıya biraz buhar aktaramaz ise ne olur? Patlar!

    Düdüklü tencere, daha doğrusu buharlı tencere; buharı dengeli kullanılır ise nefis yemekler pişirir ama içindeki su ısınarak buharlaşırken, eğer bir kısmı dışarı bırakılmaz ise, bu sefer bir silah haline gelir.

    İnsan da öyledir. İnsanın içindeki su da zaman zaman aşırı ısınır. Kişi, haklı haksız, birine veya bir olaya kızar; kendisine haksızlık edildiğini düşünür, çevresinde aleyhine gelişen olguları denetleyemediğini düşünmeye başlar.

    Kızmakta olan insan, sözüm ona akıl ile öğretildiği şekilde; kızmanın insana yakışmadığı, o halde bu duyguyu inkar etmesi, en azından çevresine göstermemesi gerektiğini düşünür.
    – Sen kızdın galiba!
    – Yok ya, nereden çıkardın?
    – Hah iyi!
    Bu sözler ile arkadaşının kızmasını önlediğini veya en azından bu duygusunu dışa vurmasına engel olduğunu düşünen dost iyi bir iş yaptığını düşünür.

    Halbuki öğretinin aksine:
    – Yahu bu haksızlık karşısında kızmazsan esas ben sana kızarım, diyen kişi arkadaşını kışkırtmıyor, tersine onun içindeki buharın zamanında dışarı çıkmasını temin ederek, sonradan patlamasına engel oluyordur.

    Tabi ki öfke zarar veren, o halde kaçmamız gereken bir duygusal durum. Ama, kızmak insani, gerekli ve ihtiyaç duyulan bir duygudur. Zamanında gösterilirse zararın azalmasına, haksızlığın önlenmesine, hatta yanlış anlaşılmaların düzeltilmesine yardımcı olur. Üstelik, kızgınlık, öfkenin tersine denetlenebilen bir duygudur. Denetlenebilen her şey de zarar verme ihtimali azalan bir şeydir.

      Kızgınlığımızı ifade edemezsek, abartılmış kırgınlıklar, küskünlükler, küskünlüğün kabarttığı negatif duygular, en nihayetinde de patlamalar-öfke kaçınılmazdır. Kızmadan yaşamak imkansızdır. Kızdığını kızarak belli etmeyen herkes de potansiyel bir bombadır. Kızdığını belli eden insan daha bütün insandır.

    Nefret

    Nefret taşıması ağır bir duygudur. Ancak birisinden veya bir şeyden nefret etmek bir duygu olarak gerçekliktir. Nefret yokmuş gibi davranamayız. Nefret ağır bir yüktür. Yine de zaman zaman hepimiz bu yükü taşırız. İstesek de istemesek de, nefret girdabına düşmeden yaşamak mümkün değildir.

    Brecht diyor ki:
    – İnsanları severim demek en büyük yalandır. Bu söz hırsızı da, katili de severim anlamına gelir.

    İyi, çok iyi insanlar olduğu gibi kötü, hatta çok kötü insanlar da vardır. Bu insanlar etrafa devamlı negatif enerji saçarlar, resmen başkaları için kötülük düşünürler. İşte arkadaşlarına devamlı madik atmaya çalışan, rekabet ile hasım olmayı karıştıran, hatta sırf siz mutlusunuz diye kendisinin hiç sahip olamayacağı mutluluğu elinizden almaya çalışan, üretmeden sizin üretiminize göz diken, her türlü başarıyı kıskanan, sevmeyi bilmediği için sevilmeyen ama bunu bir türlü anlamayan, anlamadığı için de her türlü sevgiyi boğmaya çalışan insanlar yok mudur etrafınızda?

    Tüm insanlar melek midir?
    Yok böyle bir dünya!

    Negatif enerjisini üzerinizde hissetttiğiniz bir insana kızmamak mümkün değildir, onu sevmeye kalkmak ise resmen salaklıktır. Hele hele; ona karşı kendini korumaya almayacak kişi salak olmaktan da öte bir şeydir.

    Daha ileri gidelim, size hiçbir zararı olmadığı halde ve bazen nedenini de bilmeden birinden nefret edebilirsiniz. Madem sevmek anlaşmak değildir, nedensiz de sevilir, o halde sevmemek anlaşmamak değildir, nedensiz de sevilmeyebilir.

    Bazen insan insana batar!

    Dolmuşta, otobüste size hiç bir şey yapmayan bir insana durup dururken kızabilir, hatta ona karşı nefret de duyabilirsiniz. Görünen gerekçeniz yoktur ama gizli bir gerekçe vardır.

    İnsan düşünürken enerji üretir, bu enerji de havaya dağılır. Negatif enerji dolu bir insanın etrafa saçtığı enerji gelir, sizin algı alanınıza girebilir. Bu aynen nereden çıktığını bilmeseniz de havaya saçılan pis bir kokuyu burnunuzun hissetmesi gibi bir şeydir.

    Münafık, kalleş, ahlaksız, tembel, beleşçi, ucuz insanları sevmek mümkün değildir. Bu insanlar etrafınızda devamlı arz-ı endam ederler ve size olmasa bile bu özellikleri ile birisine zarar verirler ve siz bu konuda bir şey yapamazsanız ondan nefret etmeniz sadece eşyanın tabiatına uygundur.

    Nefret gerçek ve gerekli ancak taşıması zor, ağır bir duygudur. Nefret ettiğiniz kişi zaten size negatif enerji yüklediği için ondan nefret ediyorsunuz. Negatif enerji yüklü bir duygunun ağır gelmemesi ise mümkün değil.

    Nefret gerçek ama yükü ağır!

    O halde, ne yapmalı?

    Nefret duygusunu hissetmeli ama içinde tutmamalı. İfade etmeli! Dışarı boşaltmalı. Nefret duygunuzu ilgili şahsa açıkça beyan edin. Başkalarına patlamak, bağırmak, küfretmek katiyen yanlış değildir. Yanlış, bu tavırları hak etmeyene göstermektir! Nefret ettiğiniz insan bu duygunuzu bilsin.

    Bilirse bana daha beter kötülük yapar, diye korkmayın, tersine sizi korkuttuğunu, sindirdiğini hisseder ise daha beter azacak, daha beter sizi hedef haline getirecektir. Negatif enerji dolu insanlar korkak insanlar karşısında cengaver, tavır koyan insanlar karşısında ise ödlektirler. Bu tip insanlar, zaten özünde kendilerinden korkan insanlar oldukları için negatif enerji yüklüdürler.

    Bırakın, sevmediğiniz, nefret ettiğiniz insanlar bu duygunuzu bilsinler. Siz yeter ki hak etmeyene bu duygularınızı yansıtmayın. Yok, yanlış yapıp, haksızlık ettiniz; hemen ondan özür dileyin. Hatanızın gerekçelerini açıklayın. Böylece yeni arkadaşlar da edinebilirsiniz.
    Ama kötülük düşünen nefret edildiğini bilsin! Kimsenin yaptığı, hatta düşündüğü yanına kár kalmasın.

    Kıskançlık

    Korktuğumuz, kaçtığımız, inkar ettiğimiz, ve inkar ettiğimiz için de sonunda denetimden çıkan ve tersine bizi denetimi altına alan; halbuki onlardan kaçmasak, onların sesini dinlesek bize yol gösterecek duygularımızdan biri de kıskançlık.

    Nedir kıskançlık? Başaramadığımızı başarana, elimizdekini alma ihtimali olana veya öyle zannettiğimize, bizden farklı olana, dikkati daha çok çekene, sahip olmadığımıza sahip olana, daha huzurlu, daha özgüvenli, daha mutlu yaşayana karşı duyduğumuz tarifi zor bir duygu. Keşke ben de öyle olsam! duygusu!

    Bu sütunlarda; genellikle tasvip etmediğimiz duygularımıza değiniyor, onlara ivedelikle sahip çıkıyor, bu duyguların inkar edilerek değil, sahiplenerek dizginlenebileceğini söylüyorum. Sahiplenme durumunda ise yol gösterici bile olabileceklerini; inkar edilme durumunda ise denetim dışına çıkıp, zarar vereceklerini savunuyorum. Kıskançlık da öyle bir duygu!

    Bir başkasını kıskandığımızı hemen hemen hiç kabul etmeyiz. Kıskançlığı kötü bir duygu olarak kabul eder, bu duygunun hep başkalarını etkilediğini, bize ise hiç uğramadığını iddia etmesek bile ima ederiz.

    Halbuki kıskançlık insanlık kadar gerçektir. İnsanın olduğu her yerde kıskançlık var olacaktır. Hatta hayvanların dahi zaman zaman, içlerindeki fıtrat gereği, birbirlerini kıskandıklarını gözlemleriz. Bence; genel inancın aksine, kimseyi kıskanmayan insan marazdır. Maraz olan; başkasını kıskanan değil, bu insani duyguya sahip olmayan veya onu inkar eden kişinin bizzat kendisidir.

    Kıskançlık var, içimizde.

    Bir başkasını kıskanmadan yaşamak hayatı hiç ama hiç özümsememek demektir. İnsanız; bizden iyi olana, sahip olmadığımıza sahip olana, bizi elimizdekini almakla tehdit edene kıskançlık duygusu duymamak; güzellik karşısında duyarsız kalmak, elde edilene sevinmemek, eldekini kaybetmemekten dolayı gurur duymamak kadar insanlık dışı bir duyarsızlıktır.

      Siz isterseniz, kelime oyunları ile bu duyguyu yumuşatın, kabul edilebilir terimlerle başkasına özenmekten, öykünmekten, gıpta etmekten, imrenmekten dem vurun; ben de kelime oyunları ile kast ettiğim katiyen haset olmak, çekememek, iştahlanmak, kaldıramamak, abartılmış ve kalıcı hale gelmiş kıskançlık duygusu olarak kin duymak değildir, diye iddia edeyim; karşılıklı kelime oyunlarımız sadece ve sadece kıskançlık duygusunun var olduğunu söyler.
    Farklı terimler kıskançlık duygusunun şiddet ve seviyesini tarif ederler.

    Başkasının durumunu kıskanarak ona yetişmeye, onun gibi olmaya, ona benzemeye, onun gibi davranmaya, onu geçmeye, eldekini ona kaptırmamaya yeltenirsek kıskançlık doğal bir duygu olarak bizi olumlu yönlendirir.

    Yok, kıskandığımıza; aradaki farkı, ondaki fazlalığı ortadan kaldırarak yetişmeye kalkarsak; işte o zaman kıskançlık olumsuz, zarar veren, bizi ve karşımızdakini tüketen bir duygu haline gelir. Kıskandığımız hakkındaki olumsuz duygularımızı hiç harekete geçirmezsek, bu sefer kendini berhava eden varlıklar haline geliriz.

    İlginçtir, karşı cinse karşı cinsel duygular duymak özünde sevgi kelimesini içerirse de; cinsellik konusunda kıskançlık çok kolay hiddete ve hatta şiddete dönüşebilir.
    Ne hikmetse; hem hayvanlarda, hem insanlarda cinsel arzunun paylaşılma ihtimali cinselliğin içerdiği olumlu duygunun tam tersi olarak temposu yüksek olumsuz bir duyguya dönüşebilir.

    Sevdiğini, en azından sevdiği veya işgal ettiği bölüm/kompartman itibarı ile başkalarından kıskanmamak da tam bir duyarsızlık halidir ve bizzat marazın kendisidir.

    Hele hele aşığın maşuğu kıskanmaması bizzat aşkın inkârıdır.

    Kıskanılan da bundan garip bir haz alır, rahatsızlık veren kıskanılanın hayatını zehir edecek kadar kıskanılmasıdır. Ülkemizde genellikle özgüveni çok düşük olarak yetiştirilen erkekler kıskançlığı çok kolay karşı tarafa eziyet haline çevirebilirler.

    Onlar artık kıskanmıyor, kendi mülkiyeti altına aldıkları insan üzerinde imha etme yetkilerini kullanıyorlardır. Hem o kadar ödlektirler ve güvensizlerdir ki, etraftaki her erkeği hasım olarak görürler, hem de ezilmişliklerinin hıncını onu sevmek gafletine düşen kadından çıkarmayı fırsat addederler.

    Ancak yine de: Her konuda ve alanda; tadında ve denetim altında kıskançlık hem doğal bir ihtiyaç, hem de kıskandığımıza ulaşmak/onu elde tutmak uğruna bizi olumlu gayret sarf etmeye zorlayan, böylece de ileriye taşıyan bir duygudur.

    ÖZLEMEK

    İlla ki duygular: En son kimi ne zaman özlediniz?

    Duygular; korktuğumuz ve kaçtığımız, dolayısıyla uyarılarından yararlanamadığımız, üstelik biz kaçtığımız için de bizi sonunda denetimi altına alan duygularımız dışında “ya özlediğimiz duygular ne olacak?” Korktuğumuz, kaçtığımız değil; sadece günlük hayatın içindeki debelenmeler yüzünden kaçırdığımız, unuttuğumuz duygular! Esasında güzel olan faydalı olan; bizi insan olarak yücelten duygular! Ancak, şu veya bu şekilde kaçırdığımız ve belki de özlemini çektiğimiz duygular…

    Amacım, sizi tahrik edip, kaçırdığınız duyguları size özletmek! Özlerseniz belki o kaçırdığınız duygulara yeniden kavuşabilirsiniz diye düşünüyorum. Önce bizzat özlemek fiili ile başlayalım. En son kimi ne zaman özlediniz? Bir yerde rastladığımız eski bir arkadaşa sarf ettiğiniz sözleri kast etmiyorum.

    -Nerelerdesin, özlemiştim seni!
    -Aynen ben de öyle, seni merak ediyordum, bir süredir ortalıkta yoksun.
    -Görüşelim.
    -Muhakkak görüşelim, arayı bu kadar uzatmayalım! Öptüm.
    -Mutlaka ara beni, yoksa küserim!

    Katiyen yukarıdaki yaklaşım benim kastım değil. Bu sözler tekrar tekrar yaşadığımız karşılıklı sahtekarlığın dışa vurumu. Sahtekarlığı iki taraf da yaptığı için kimsenin kimseyi yüzlemesi mümkün değil. Hatta, sizi izleyenler de sık sık benzer sahtekarlıklara başvurdukları için çevredekilerin sizlere:

    -Bre sahtekarlar! Birbirinizi özleseydiniz çoktan birbirinizi arardınız, demesi mümkün değil.

    Sorum basit. Etrafta hiç kimse yokken, kendi kendinize özlediğiniz kişiyi hatırladığınız, özlemin içinize oturduğu, burnunuzun sızladığı, gözlerinize iki damla yaşın biriktiği durum en son ne zaman oldu?

    Ne zaman? En son ne zaman bir insanı, hatta bir hayvanı veya bitkiyi gerçekten özlediniz?
    En son ne zaman hasret içinizi kavurdu? Gözlerinize yaşlar doldurdu? Burnunuzu fena halde sızlattı?

    Ne zaman? Ben giderek özleme yeteneğimizi kaybettiğimizi düşünüyorum. Sanki, dünyada özlemeye değer hiçbir insan yok. Sanki, birini özlemek 21. yüzyıla yakışmıyor. Sanki, bu dünyada özlem tedavülden kalktı.

    Ancak, özlediğim bir insan olmayınca sanki kimse de beni özlemiyor gibi bir duyguya kapılıyorum. Özlemeden ve özlenmeden yaşamaya başlayınca da sanki hayatın anlamı tamamen yitiyor. Ulaşılacak kimsesi olmayan bir insan boşluğa çakılmış gibi durmaz mı?

    Saatlerdir beklediğiniz tren nihayet perona giriyor, üfleye püfleye duruyor, son dumanını havaya saldıktan sonra sesi tamamen kesiliyor. Ellerinde valizler, insanlar yavaş yavaş trenden inmeye başlıyorlar. O yok! Aman Allah’ım o yok! Giderek trenden inen insanlar seyreliyor. Peronda tam tek tük insan kaldığı sırada, trenin merdivenlerinde gözüküyor. O zaman hatırlıyorsunuz. Hep böyle arkaya kalır. İster istemez bir tebessüm dudaklarınıza yerleşiyor. Göz göze geliyorsunuz. İşte o, her şeye bedel gülümseme yine karşınızda.

    Size kavuşup sarılana kadar geçen ‘an’ın tadına hayatta başka ne zaman varacaksınız? Hatta bir daha böyle bir ‘an’ yaşayabilecek misiniz? Yüreğiniz sanki ağzınızdan çıkacak, sarıldığında kokusu ciğerinize dolacak, farkına varmadığınız iki damla yaş gözlerinizden onun yanaklarına akacak.

    “O an için ömür bile verilir!”
    Özlemeyi, özlenmeyi çok özlüyorum!

    Kahkaha!

    İnsan için bir ilaçtır kahkaha. Tıbbi bir açıklama yapmak haddim değil ama kahkaha atan insan içindeki gerginliği boşaltır, sinirleri gevşer, sanki yenilenir. Basit bir anlatımla kahkaha insana bahşedilen pozitif duygulardan birisidir. Sanki kahkaha, içimizde istemeden biriken fuzuli elektriğin dışarı fırlatılmasıdır.

    Ancak ne var ki; içimizden geldiği gibi kahkaha atmaya sosyal öğreti izin vermez. Toplum içinde katıla katıla gülen insana, kadın olsun erkek olsun, iyi gözle bakılmaz. ’Ne öyle karı gibi kıkırdıyorsun’, sözü bazen açıkça yüzümüze vurulan, bazen bir bakışla ima edilen aşağılık bir yaklaşımdır. Basit bir cümlenin içine hem kadına, hem erkeğe hakaret sığmıştır. Allah’ın fıtratımıza kattığı gülme ihtiyacı ve ardından gelen tüm olumlu mesajları kendi ellerimiz ile yarattığımız sosyal hapishane bizden esirger.

    Üstüne üstlük, bir de yaşanan sözüm ona modern hayatın tepemize bindirdiği baskı, çevremizde gülmeye değer ne varsa elimizden alınması hayatı iyice kahkahadan uzaklaştırıyor. Kahkaha ihtiyacımızı; ya bir TV dizisi çerçevesinde evimizde yalnızken, ya bir sinema veya tiyatroda karanlık bir ortamda gideriyoruz. Gülünç olanı, komik olanı, güldüreni günlük doğal hayatın içinden iyice çıkarıp, sanal bir ortama taşıyoruz.

    Sosyalitenin kahrolası öğretisi ve sırtımıza yüklediği ağır yükler günlük hayatın içinden kahkahayı söküp atıyor. Halbuki günlük hayatın içinde gülmek için -alay ettiğimiz aptallıkları ayrı tutuyorum- o kadar çok doğal olay var ki!

    Sokakta gözlerini gözlerinize dikip telaşla size bakan, sonra da birdenbire önüne yuvarladığınız bir gazoz kapağı ile iki patisi ile oynamaya başlayan yavru kedicik sizi güldürmez mi?

    Güldürmese bile gülümsetmez mi?

    Ördekler gibi yalpalayarak yürümeye başlayan, abuk subuk gürültüyü konuşma zanneden iki yaşındaki yeğeniniz komik değil midir?

    Küçük olan, yavru olan her şey içinize heyecanlı bir mesaj yollamaz mı? Başkalarının ciddi sorularına dalgınlıkla verdiğiniz saçma cevaplar gülmeye değmez mi? Yolda yürürken sırf dikkatsizlikten bir taşa çarpıp tökezlediğinizde kendi kendinize ‘sersem!’ deyip gülmez misiniz? Ama yine de kendi kendine gülenlere de ‘tamam bu kafayı sıyırmış!’ diye takılmaz mısınız?

    Esprilerinin tadına varılmayan, yaptığı keskin gözlemler ve kullandığı terimler ile bizleri kahkahaya boğan dostlarınızın hep yanında olmak istemez misiniz? Onlar size görüştüğünüz kısa sürede kocaman bir pozitif enerji yüklemezler mi?

    Hayatın hep olumlu yönlerini gören, kızılacak bir olaya bile komik bir kulp takan, bardağın hep su dolu yarısını vurgulayan insanlara özenmez misiniz?

    Kahkaha da karın doyurmak, gaz çıkarmak, sevişerek orgazm olmak kadar basit ama gerekli bir ihtiyaçtır. Ama kahkaha atmak ihtiyacımızı nereden temin edeceğiz? Biz bulacağız! Hayatın çok basit ama zevkli ve komik yönleri var. Asıl olan onları görebilmektir.

    Ne olur, bir avuç tebessümü ve ağız dolusu kahkahayı kendinizden esirgemeyin!

    Ağlamak

    En son ne zaman ağladınız? Neden ağladınız? Kimin için, ne için ağladınız?

    Allah ağlatmasın! Ama ağlamak da, gülmek kadar hayatın parçası. Tamam, Allah ardından ağlanacak kederler vermesin, veya mümkün olduğunca az versin! Ancak, keder de kaderin bir parçası! Hayatın bizzat kendisi. Üstelik, sadece kedere ağlanmaz ki! ‘Allah ağlatmasın!’ sözü kadar dilimizde yerleşik ‘ağla rahatlarsın!’ sözü de yok mu? Gerçekten bazen boğazımıza kadar dolup, ardından ağlayarak boşalmıyor muyuz?

    Üstüne üstlük, ağlamak aynı zamanda zevkli değil midir? Ağlamanın da kendine ait bir keyfi yok mudur?

    Bir resim… Resimdeki yıllar önce terk-i diyar eylemiş. Resme baktığınızda gözlerinize dolan yaşlar sizi daha fazla insan yapmaz mı? Ardından dudağınıza yerleşen bir hayır dua…

    Radyonuzu karıştırıyorsunuz, olacak iş değil ama bir FM bandındaki ses:

    Dönülmez akşamın ufkundayız vakit çok geç, diyerek hançerinden haykırıyor. O an durup kalmaz mısınız? İfade edilen çaresizliği en son ne zaman yaşadığınızı, onun elinizden nasıl kayıp gittiğini hatırlamaz mısınız? O anda boğazınıza bir yumruk gelip oturmaz mı? Bırakalım dönülmez akşamda kaybolanları, dönülen yola gidenler de sizi ağlatmaz mı? Gurbetteki oğul, gelin gitmiş kız, ıraktaki can, başka şehire yerleşen dost, dağın ötesindeki arkadaş, illa ki uzaktaki sevgili burnunuzu önce sızlatıp çektirmez, sonra genzinizi doldurmaz, en son da gözlerinize iki damla yaş yollamaz mı? Hançerinize bir ok saplamaz mı?

    Sevinince de ağlanmaz mı? Bir müjde, bir hayırlı haber, beklenen sonuç sizi ağlatmaz mı? Sınıf geçen gencin kendisinin, okuldan mezun olan öğrencinin anasının, doğan bir bebeğin nenesinin, tahliye olan tutuklunun yakınlarının, şampiyon olan takımın taraftarlarının, ödül alan şairin sevgilisinin ağlaması mı, yoksa ‘Ne var bunda, zaten hakkıydı!’ demesi mi daha insanidir?

    Kederden uzak durmak anlamında ağlamaktan uzak kalmayı dilemenin hayrına hiçbir sözüm yok. Ama ağlamaktan kaçmak, ağlamayı kendine yakıştıramamak, ağlayan ile alay etmek, ağlamayı modern insan için bir eksiklik görmek bana tamamen insanlık dışı geliyor.
    Hele hele ‘erkek adam ağlamaz!’ desturu ile yetişmiş bir neslin üyesi olmak beni ağlatacak kadar üzüyor.

    İnsandan insanlığı esirgeceyek kadar gaddar bir neslin kaçırdıklarına ağlanmaz da ne yapılır?

    Modernitenin ağlamayı aşağıladığının zannedilmesi, ağlayanın zayıf görülmesi, göz yaşını tutamayanların bunu toplumdan gizlemeye çalışması modernitenin insanlığı dışladığının ilanıdır. İyi de… İnsan olmayı reddeden modernitenin neresi modernitedir?

    Ağlarsa anam ağlar, gerisi yalan ağlar, sözü anaları yücelttiği kadar insanlığı da yeren bir söz değil midir?

    Ağla, değer hayat göz yaşlarına!

    Yaşam Sevİncİ

    Varlığının farkında bile olmadığımız yaşam sevinci…….

    İnsanoğlu hayatta arar, arar ve en sonunda fark eder ki aradığı sadece huzurdur. Huzur ise zihnin devreden çıktığı ‘an’ın içindedir. ‘An’ ise yaşam sevincinin bizzat kendisidir.

    Ne demek istediğimi anlamanız için sizleri mezarlık ziyaretine davet ediyorum. Bir mezarlığa gidin ve mezar taşında meftanın doğum ve ölüm yaşlarını okuyun. 8 yaşında da ölen var, 88 yaşında da! Arada büyük fark var değil mi? Hayır!

    Varlığı milyarlarca yıllar ile ifade edilen dünyada 8 yıllık ömür ile 88 yıllık ömür arasındaki 80 yıl fark; sinemaya 3 saniye sonra giren insan ile vaktinde giren diğerinin gösterideki film hakkında oluşturacakları görüş farkının yakınlığı kadar anlamsız bir farktır.

    Esasında fark yoktur. Fark bizim zihnimizdedir. Hayatın bizzat kendisi bir ‘an’dır. Bunu fark edip, benliğinde hazmedecek kişi de yaşam sevincini yakalamış kişidir. Hayatın kendisi, bize göre uzun veya kısa, bir ‘an’dır ve o yaşam sevinci ile dopdoludur.

    Günlük gaileler içinde zihnimiz ya geçmişin hesabı, ya geleceğin beklentisi ile dolu iken ‘an’ı ve yaşam sevincini atlamak çok kolay. Halbuki yaşam sevinci, sabah gözümüzü açtığımızda, uykulu gözlerimizin ardında çevremizi saran her şeyin içinde gizlidir. Zaten, o sihir bizi sıcak yatağımızdan koparır alır. Yatak yumuşak ve çok caziptir ama göz kapaklarımız uykunun cazibesi ile çevrenin sihri arasında hep uyanmaktan, yataktan kalkmaktan yana tercih kullanır.

    Gün ışığında gözümüze gözüken her şey yaşam sevincinin bizzat kaynağıdır.

    Günün doğuşunu hiç seyrettiniz mi? Sanki gündüz gecenin içindedir ve onun içinden çıkar. Çıktıktan sonra da gündüz geceyi yok eder. Ta ki gece gündüzün içinden çıkıp gündüzü yok edene dek!

    Gündüz gözüken, ayan beyan olan sihirlidir.  Gece ise gizem sihirlidir!

    Sihir de; kedinin yatağınıza ulaşıp miyavı ile size bulaşmasında, uyanan bitkinin yüzünü güneşe dönüşünde, 6 aylık bebeğin içindeki saati takip ederek hep gün doğumu ile viyaklamaya başlamasında, aydınlığın karanlığı bir anda yırtmasında gizlidir. Yaşam sevinci öyle uzaklarda değil, kendini milyarlarca yıldır her sabah tekrar eden devinimin içinde gizlidir.

    Sihir; mevsim kışsa çevremizi bir anda denetimi altına alan ve onu baştan aşağı beyaza boyayan fırtınada, mevsim yazsa çevreyi yavaş yavaş teslim alan sarı sıcakta gizlidir. Milyarlarca yıldır kendini tekrar eden sihir de yaşam sevincinin bizzat kendisidir.

    Yaşam sevinci; ayrılıkta içimizi kavuran hasrette, kavuşmada gözlerimize dolan iki damla yaşta gizlidir. Yaşam sevinci; attığımız kahkahanın, ama illa ki içimize çöken hüzünün, bir bardak serin suyun, dumanı tüten bir dilim ekmeğin, içimize çektiğimiz temiz havanın, orgazmın bizi zamanın dışına fırlatan enerjisinin, uykunun bir anda mahmur zihnimizi teslim alışının bizzat kendisidir.

    Yaşam sevinci; milyarlarca yıldır kendini tekrar eden sihirin ölümü de doğal hale getirdiğinin farkına varılmasıdır.

    Duygular İle baş etmek

    Türk insanının temel dertlerinden birisi de duyguları ile baş edememesidir. Türk insanı ya duygularının rüzgarına kapılır gider, ya da duygularından ödü kopar.

    Normal yurdum insanı maçta-meyhanede-cemaat içinde bol bol kızan-söven-suratı hiddetten al al olan bir insandır. Ancak aynı kişi doğal bir insani duygu karşısında ise içe kapanık-sıkılgan-yüzü kızarık-iki kelimeyi bir araya getiremez bir tutum içindedir.

    Normal yurdum erkeği sokakta güruh halinde arkadaşları ile yürürken bir kadına hayasızca laf atar -duygularını ifade eder!- ama aynı maço adamı bir kadına onu ne kadar beğendiğini samimi olarak ifade ederken görmek çok zordur.

    Aynı paralelde; ağlayan erkek veya gönlünce kahkaha atan bir kadın görmek de zordur bu topraklarda.
    – Ne lan öyle karı gibi hönkürüyorsun?
    – Ne kahkaha be; kaltak mı ne?

    Gönlünce eğlenmek, göbek atmak, hatta dans etmek hoş karşılanmaz bu diyarda. Aynı zamanda özlem, hasret, üzüntü de sözüm ona bize pek uğramaz.

    Hasretle birbirine sarılan olsa olsa ana ile oğludur. Sevgililer sokakta öpüşemezler.

    Ama ana avrat sövmek, adama kızıp sokağa tükürmek, sağ elini yumruk gibi sıkıp sol eli ile sağ bileğini avuçlayarak karşı tarafa kırgınlığını ifade etmek!, hakemin cinsel tercihinden şikayet etmek mübah sayıldığı gibi, siyasinin anasını anmak da entellik addedilir.

    Neden?

    Türk insanı sevdiğim terimle ‘şahsiyet’, moda terimle de ‘birey’ değildir de ondan!

    Türk insanı hep bastırılmış duygular ile yaşatılır da ondan. Bastıra bastıra içi dolar, sonunda ana avrat söverek içini boşaltır da ondan. İnsani duygulardan korktuğu için hayvani duygulara sarılır da ondan. Türk insanı tekamül etmez, değişmez ve dönüşmez de ondan! Güruh içinde yalnızdır da ondan! Esasında medeni dünyanın kabul edemeyeceği kadar egoisttir de ondan.

    Türk olmanın gururunu güruh olma cezası ile ödeyen Türk insanı kocaman ormanda yalnız bir ağaçtır.

    Bir yandan yontulmamış duygularından kaçarken, diğer yandan duyguları hep kendine yontmayı öğrenir.

    Türk insanı, kitaplar ne yazarsa yazsın, paylaşmayı hiç bilmez. Zoru görmeden ortak ve beraber hareket edemez.

    Örneğin: Türk erkeği sevişmez, sever -asıl kelimeyi tam olarak yazmama basın ve ahlak kanunları/kuralları engel- Türk kadını da sevişmez, verir! Verdiği için de; almadan vermek Allah’a mahsustur prensibi ile, sevişmek için illa ki bir şeyler alır. Hanımefendiler hemen alınmayın, alınan maddi bir karşılık olmak zorunda değil.

    İnsan denen varlık ‘lütfettiğini’ zannettiği her durumda karşılık olarak bir şeyler ister!

    Samimi inancım bu ülkenin önüdeki en büyük engelin vatandaşlarının bir türlü şahsiyet / birey olamaması- yapılmamasıdır. şahsiyet olmanın ilk belirtisi de tüm ve her türde duygular ile çırılçıplak yüzleşebilmektir.

    Duyguları Seyretmek

    “Türk insanının temel dertlerinden birisi de duyguları ile baş edememesidir. Türk insanı ya duygularının rüzgarına kapılır gider, ya da duygularından ödü kopar“

    Duygular ile nasıl baş edilir?

    Denediğimiz başka bir metod önerisi var. Bu hafta onu sizinle paylaşmak istiyorum. Duygularınızı seyredin! Duygularınızın dışına çıkın ve onlara bakın! Nasıl mı? İçinizde iki adet insan olun ve birisi diğerini seyretsin. Bu mümkün mü? Evet! Zor ama mümkün. Ben zaman zaman başarı ile deniyorum, bazen de başarısız oluyorum.

    Önce negatif bir duygu ile başlayalım:

    Birisine mi kızdınız, içinizdeki ´birisi´ o kızgınlığı dolu dolu yaşasın; isterseniz kızdığınıza sövsün saysın! İçinizdeki ´diğeri´ de bu kızgın adamı seyretsin. Kendinizi bir adet kızgın adam olarak seyredin. Bir süre sonra göreceksiniz ki, siz esasında dolu dizgin kızan ´birisi´ değil, onu seyreden ´diğeri´ olacaksınız. Size öyle gelecek. Giderek kızgın ´birisi´ olan siz kendinize yabancı gelmeye başlayacaksınız.

    İçinizdeki kızgın ´birisini´ seyrederken, giderek kızgınlık duygusunun size ait bir duygu olmadığını, daha doğrusu size ters gelen bir duygu olduğunu göreceksiniz.

    Hatta bir adım sonra ´birisinin´ yaşadığı kızgınlığın kendiniz olan ´diğeri´ni negatif etkilediğini göreceksiniz. ´Birisinin´ esasında ´diğerine´ zarar verdiğini hissedeceksiniz.
    Kızgınlığın; kızdığınıza değil, artık ´diğeri´ olan size zarar verdiğini tüm uzuvlarınız hissedecek.

    Kızdığınızın, belki de bizzat zarar görmesini istediğiniz kişisinin hiç zarar görmediğini, olanın size olduğunu algılayacaksınız. Hal bu hale gelince, bu sefer kızmanın ne kadar saçma bir duygu olduğunu görürsünüz.

      Bu sizin haklı olmadığınız, karşınızda sizi kızdıran insanın bir dangalak olmadığı veya bir daha hiç başkasına kızmayacağınız anlamına gelmez.

    İleride yine kızacak, içinizdeki kızan ´birisini´, ´diğeri´ yine seyredecek, içinizdeki ´diğeri´ bu kızgınlığın sadece size zarar verdiğini defelarca görecek ve kızgınlığınız saçma hale gelecektir.

    Giderek kızma duygusundan kaçmaya başlayacaksınız. Aksi halde de, kızgınlık giderek duyguları ile baş edemeyen insanlarda hem ´birisi´, hem ´diğeri´ içine yerleşir kendini ona devamlı taşıtır. Bu durumda siz hep size ait olmayan bir yük taşımaktasınız ve bu yük negatif enerji olarak hep baş edemediğiniz duygu kıvamındadır

    Bir de pozitif duyguyu irdeleyelim:

    İçinizdeki ´birisinin´ başka bir insanı sevdiğini var sayalım. Eğer becerebilrseniz, içinizdeki ´diğeri´ bu sevgiyi gözlemleyebilir, en azından seyredebilir. Bu kez seyrederken düşünmenize gerek yok. Zaten sevgiyi seyrederken düşünemezsiniz. Düşünmeden/düşünemeden sadece içinizdeki sevgiyi seyredin. Kızgınlık gibi negatif bir duyguyu seyrederken, bu duygu insan açısından ´palyatif´ olduğu için içinizdeki ´diğeri´:
    – Neden, diye sorar. Ancak, sevgi gibi insan fıtratı için doğal olan ve pozitif enerji yüklü bir duygu, düşünülerek değil seyredilerek fark edilir. Sevgi bir süre sonra içinizdeki ´birisinden´ içinizdeki ´diğerine´ akar. Aktığı anda ise içinize ılık, hoş, hafif bir şeyler dolar. İşte içinize dolan da bizzat siz kendinizsiniz!

    Eğer duygularınızı seyretmeyi öğrenirseniz; doğal ve doğal olduğu için illa ki pozitif duygular ile palyatif olan ve palyatif olduğu için illa ki negatif -insan bünyesine ters- duyguları ayırt edeceksiniz. Giderek size ait olanlar kalıcı olacak.

    İşte bu kalıcılığın adı da huzurdur!

    Nazire
    Katılımcı

    Anne babalık üzerine yazılmış yayınların çok azında duygulardan bahsedilir. 

    Ağırlık genelde çocuğun davranışı üzerinde yoğunlaşmıştır. Fakat pek çok psikolog çocuklarda doğru duygular oluşturulabilirse davranışında doğru orantılı olarak değişeceğini belirtmektedir. Diğer taraftan sadece çocuğun duygularına bakmak yeterli değildir, aynı zamanda anne ve babanın duygularıda göz önünde bulundurulmalıdır. Özellikle bu alan, çocukların duygularından bile daha az ilgilenilmiştir.

    Psikologlar anne ve baba kendini iyi hissettiğinde çocuklarına karşı daha anlayışla yaklaştıklarını vurgulamaktadır. Genel olarak kişinin morali ne kadar negatif ise o kadar anlayışı ve tahamülü azalmaktadır. Bu nedenle psikologlar anne ve babaların ne hissettiklerini açık ve net olarak tanımlayabilmelerinin çok önemli olduğunu ifade ediyor. Aynı zamanda anne ve babaların kendi duygularının sorumluluğunu üstlenmesi gerektiğini ve çocukları bu duygular için sorumlu tutmamaları gerektiğini belirtiyorlar.

    Duygusal Zekanın neden geliştirilmesi gerek?

    Eğer ailelerin temel hedefi sağlıklı ve mutlu çocuklar yetiştirmek ise o zaman çocuğun duygusal zekasını geliştirmek oldukça önemli bir faktördür. Sağlıklı ve mutlu olarak yetişen çocuklar ileride başarılı, sorumluluk sahibi, insanlara değer veren, saygın ve sevgi dolu insanlar olmaya adaydırlar. Duygular kişinin sağlıklı ve mutlu olabilmesi için gereken bilgileri toparlamasına, organize etmesine, önem sırasına koymasına, hatırlamasına ve işleyebilmesine imkan verir. Aşağıda gelişmiş bir Duygusal Zekanın kişinin yaşam kalitesini ne kader zenginleştireceğine dair bir kaç örnek verilmiştir.

    Rahatsızlık yaratan bir durum ile başetmek

    Üç yaşında ki bir çocuğun yabancı bir insan tarafından kaçırılma ihtimalini düşünün. Çocuk bu tür bir durumda ne yapması gerektiğini bilmemesine rağmen iç güdüsel olarak tepki verir. Önce  bir şeylerin yanlış olduğunu hisseder, sonra kucağa alınmaya ve yabancının isteğini yapmaya karşı koyar. Yabancı kişi çocuğu zorlamaya ve belki de bir arabanın içine sokmaya çalışır. Çocuk büyük bir tehlike olduğunu sezinler ve kişiyi ısırır, kendini yabancıdan itmeye çalışır, koşar, kaçar, ağlar ve çığlık atar. Sonuçta çocuk kendini koruması için gerekli olan bilgiyi hızlı bir şekilde toparlar, organize eder, önceliklerini belirler ve işleme koyar. Görünüşe göre çocukların Duygusal Zekası ne kadar gelişmiş ise tehlikeli bir durumu algılama ve tepki verme süreleri de o kadar hızlı olur.

    Bilinçli olma

    Kişinin bilinçli olması aynı zamanda Duygusal Zeka ile yakın ilişkilidir. Sağlıklı ve güçlü bir bilince sahip olan kişi, kendisi için en doğru kararları bir başkasının etkisinde kalmadan alabilecektir. Kurumlar, gruplar, politik partiler ve mezhepler gibi organizasyonlar “düşünce kontrolünde” oldukça etkilidirler. Çocuğunuzun Duygusal Zekasını geliştirmeniz onun kendisini propogandalara, beyin yıkama, sloganlar gibi etkenlere karşı kendisini koruyabilmesini sağlayacaktır. Bu şekilde çocuğunuz kendi standartlarını ve kurallarını oluşturarak güçlü bir kişilik geliştirecek ve kendisine empoze edilen fikirleri sağlıklı bir şekilde yargılayabilme yeteneği kazanacaktır. Tecrübeler göstermektedir ki kişiliği yeterince güçlü olmayan, başkaları tarafından kontrol edilebilen ve kendi duygularına güveni olmayan kişiler genelde beyin yıkayan gruplara katılma eğilimi göstermektedir.

    Mutluluk

    İnsanlar ihtiyaçları karşılandığında yada bu yönde gelişmeler olduğunda mutludur. Fakat ihtiyaçların karşılanabilmesi için tam olarak neye ihtiyaç duyduğunu bilmesi gerekir. Duygular bir anlamda psikolojik ihtiyaçların tesbiti için önemli bir araçtır; bir şeye ne kadar ihtiyaç olduğunu, az yada çok olup olmadığını belirtirler. Örneğin belli ölçüde yalnızlık insanın kendisini iyi hissetmesini sağlar, fakat çok fazlası kişiye kendini terkedilmiş hissi verir, çok azı ise kalabalık hissi. Tıpkı bütün diğer Psikolojik ihtiyaçlarda olduğu gibi bir insanın ne kadar yalnız kalmaya ihtiyacı olduğunu kesin olarak belirlemek mümkün değildir. Her birey kendi ihtiyacını öğrenmek durumundadır. Ve bunu belirleyebilmenin tek yolu ise kişinin kendi duygularının farkında olmasıdır.

    Aileler, çocuklarının kendi mutluluklarını bulmalarına yardım etmek için onlara sadece kendileri için düşünmeyi öğretmekle kalmayıp, aynı zamanda kendileri için hissetmeyide öğretmek zorundadır. Diğer bir deyimle kendi duygularını dinleyip başkalarının yönlendirmelerine bakmaksızın doğru olanı yapabilme yeteneği kazanabilmeleri gerekir. Buradan anlaşılacağı gibi bir çocuğun Duygusal Zekasını geliştirmek, ona kendi mutluluğunu kendi kontrolü altına alma becerisi kazandırmak demektir.

    Çocuğunuzun Duygusal Zekasını geliştirdiğiniz zaman, ona duyguların ve hislerin önemli olduğu, karar alırken duygularını dikkate alması gerektiği öğretilir. Bir çok mutlu insan duygularını ve kendi iç seslerini dinledikleri zaman daha mutlu olduklarını ve çok daha az pişmanlık yaşadıklarını vurgulamaktadır.

    Karşılıklı Saygı, İşbirliği ve Empati

    Çocuğunuzun Duygusal Zekasını geliştirmek aynı zamanda ona herkesin aynı olmadığını ve aynı şekilde hissetmediğinide öğretmek demektir. Böylece çocuk yavaş yavaş insanların farklı olduğu ve herkesin farklı ihtiyaçları, istekleri ve tercihleri olabileceğini anlamaya başlayabilir. Bu anlayış daha sonra şefkat ve merhamet duygularının gelişmesini, çocukların başkalarının duygularına ve kişiliklerine saygı duymayı öğrenmesini sağlar. Çocuğun doğal empati yeteneklerinin gelişmesi ile birlikte, Duygusal Zekanın gelişimi sosyal varlıklar olduğumuz gerçeğini kavramasını pekiştirir. Diğer bir deyimle çocuğun başkaları ile işbirliği yaptığı takdirde çok daha büyük işler başarabileceğini ve başkalarına yardım ederek kendisini daha iyi hissedebileceğini öğretir.

    Sorumluluk

    Duygusal zekanın sağlıklı bir şekilde gelişmesi sorumluluk sahibi çocuklar yetiştirebilmeye iki şekilde yardımcı olur. Birincisi, başkalarının kontrolünde kalmadan, insanların kendilerine yükleyeceği duyguların esiri olmadan, kendi mutluluklarının sorumluluğunu üstlenmeleri gerektiğini öğretir ve çocuklarınızın negatif duygular karşısında her zaman seçim hakları olduğunu anlamalarını sağlar. Bu seçeneker arasında negatif duygulara karşı çaba sarfetmek, değişim yapmak, duyguları yazıya dökmek yada sözlü olarak ifade edebilmek, öğrenmek, büyümek, olgunlaşmak ve farklı bakış açıları geliştirmek sayılabilir. Hiç birimiz çevremiz üzerinde tam olarak kontrol sahibi değiliz fakat her zaman kendi düşüncelerimiz ve duygularımız üzerinde kontrolümüz vardır. Zaman içinde çocuklarınıza ve gençlere en olumsuz durumlarda bile, kendi düşüncelerini kullanarak pozitif duygular geliştirebileceklerini öğretmek ilerde sorumluluk sahibi yetişkinler olabilmeleri için oldukça önemlidir. Çünkü insanlar bir olay üzerinde kontrol sahibi oldukları zaman sağlıklı bir tepki verebilecek güce sahip olurlar. Dolayısıyla duygular ve düşünceler üzerinde kontrol sahibi olmak sorumluluk sahibi olmanın özüdür. Her zaman şu soruları sorabilmek bu gelişmişliğin işaretidir “Ne yapabilirim ?,” “Bu duruma nasıl katkıda bulunabilirim?” ve “Bu durumdan ne öğrenebilirim ?”

    Bu sorular düşünmek kadar hissetmeyide gerektirir çünkü kişi başkalarını suçlamak yada değişim için başkalarından çözüm beklemek yerine kendine bu soruları sormayı başarabildiği zaman otomatik olarak daha iyi hissetmeye başlar. Sorumluluğu kabul etmek kişinin hayal kırıklıkları içinde acı çekmesini engeller.

    İkinci olarak çocuğunuza sosyal açıdan bilinçli ve sorumlu bir şekilde davranmasını öğretebilirsiniz. Karar verirken aşağıdaki soruları sormak oldukça faydalıdır:
    Bu kararı alırsam, nasıl hissederim?
    Başkaları nasıl hisseder?
    Doğa insanlara sosyal olarak bilinçli kararlar alabilmeleri için gereken yeteneği, duygular aracı ile vermiştir. Diğer bir deyimle duygusal gelişimleri sağlıksız bir ortamda zarar görmediği sürece, kişiler başkasına zarar verdiklerinde yada kötü davrandıklarında kendilerini kötü hisseder. Fakat bu içgüdüsel sistemin çalışabilmesi için ailelerin çocuklarının Duygusal Zekalarını geliştirmesi gerekir.

    Sorumluluk hissi sağlıklı bir kendine güven duygusu ile birleştiğinde kişiyi güçlü ve kontrol sahibi yapar, fakat kendine güven duygusunun az olduğu durumlarda ise suçluluk duygusuna yol açar, bu ise kişiyi güçsüz ve çaresiz yapar.

    Nazire
    Katılımcı

    Duygular kesin değildirler.

    Keder, keyif verir bazen.

    Mutluluk ise endişe…

    Neyi yaşarsa insan, tersi de içindedir.

    O kadar bellidir, o kadar açıktır ki bu,

    Tersi bile diyemez artık insan.

    Bu böyledir.

    Nazire
    Katılımcı

    Her aşırı, sonunda kendi aleyhine döner.

    En kabadayı, zavallı bir korkaktır çoğu zaman…

    En popüler, yapayalnız kalmıştır.

    Ve en zenginler, içimizdeki en fakirlerdir…

    Emre Yılmaz

    skokce
    Katılımcı

    mutluluk paylaştıkça artar

    üzüntü paylaştıkça azalır…..

    hep buna inanıyorum…

    ve uyguluyorum…..

    toricelli
    Katılımcı

    Nazire gerçekten çok önemli bir konuyu çok güzel işlemişsin.şu an zamanım çok az olduğundan herşeyi okuyamadım.Ama yazdıklarını okurken galiba doğan cüceloğlu'nun içimizdeki çocuk adlı kitabı geldi.galiba bizler içimizdeki çocuğu yok ettiğimiz için duygularımızı yaşayamıyor veya dürüstçe dışa vuramıyoruz.bir bebeği veya bir küçük çocuğu izlersek onların çok dürüst olduklarını görürüz.bebek acıktıysa ağlar.o sırada etrafta kimler varmış,sessiz mi? olmak gerekiyormuş umurunda bile değildir.her şey yolundaysa güler gülümser aguklar.sıkıldığında,veya birini sevmediğinde bunu açıkça belli eder.konuşabiliyorsa söyler.çocuklardan örnek alarak duygularımızı yaşamakta veya dışa vurmaktaki  zorluklarımızı aşabiliriz.
    ben en kalabalık biryerde bile güzel bir müzik duyunca küçük kızımla (55 yaşındayım,koruyucu babayım )dansedip zıplayabiliyorum.insanların koskoca adama bak demeleri beni hiç alakadar etmiyor.bir karınca yuvasının başında dakikalarca onları izleyebiliyorum. ama kızdığım yabancılara bir şey söylemem gerektiğinde çekiniyorum.sokağa çöp atan birine söylenen bir profesörümüzün dövülüp hastanelik edildiği aklıma geliyor.türkiyemizde yere tükürene veya çöp atana bir şey diyemiyoruz maalesef, işte o zaman isviçre veya almanya gibi yerlerde yaşayan vatandaşlarımızı kıskanıyorum.
    bu kadar uzun yazacağımı bilseydim yazıları bitirebilirdim önce. ama insan başlayınca daldırıp gidiyor işte.selamlar 

    toricelli
    Katılımcı

    bu gün konunun tamamını okudum.insanların ve hayvanların davranış psikolojileri konusu beni çok ilgilendirdiği için büyük bir zevk aldım.çocuğumuza, bir şeye kızgın olduğumuz zaman bağırıp onu susturmak yerine o anda çok kızgın olduğumuzu ve onunla ilgilenemiyeceğimizi söylemeliyiz.çünkü çocuğu tedirgin eden belirsizliktir.ama onlarında kızmaya hakları olduğunu ve kızgın olupta rahatsız edilmek istemedikleri zaman buna saygı göstermemiz gerektiğini belirtmek isterim.bu diğer duygular içinde geçerlidir.genelde hep olumsuzlukları eleştirir, olumlu şeyleri olağan karşılarız.çocuklarda tam tersini uygulamakta fayda vardır. ufak tefek olumsuzlukları görmezden gelip, uygun davranışları samimi bir şekilde takdir ederek çok daha fazla şeyler elde edebiliriz.yetişkinlerde de bunun zararının olmayacağını deneyerek görebiliriz.
    beynimizin en yorgun olduğu zamanlarda böyle uzun şeyler yazmamalı insan diyorum aynı zaman da.

    Nazire
    Katılımcı

    Tesekkürler toricelli
    Ve hic bir zaman cocukluk duygularini kaybetme, bunlar insani insan olarak hissetmesini sagliyor. Ben cocuklugumdan beri Büyükleri dikkat etmisimdir, ve türkiyede yapilan cok yanlislar beni rahatsiz etmisti, mesela cocuga araba carpiyor, adam cikip cocuga tokat atiyor, yada kendi annesi cocuga tokat atiyor. Bu tip yanlis  davranislari görmek beni üzüyor, bu sekilde yanlis büyüyen cocuklarin, bir gün biz yasli olarak onlarin eline düsecegiz belki.

    toricelli
    Katılımcı

    sık sık yolda rastlıyorum. kadınlar çocuklarına sesleniyor,-yapma öyle şimdi gelirsem kafanı kıracağım.eğer yakınsam, çekine çekine söylüyorum. hanımefendi çocuğuna öyle söylemeyin çünkü çocuğunuzun kafasını kırmazsınız, çocuklarımız aptal değil onlar da bunun gerçek olamıyacağını biliyor.onu yaptığından vazgeçirmek için ya ona zaman ayırıp bunu anlatacaksınız, ya da somut bir şeylerle uyaracaksınız, mesela bunu yapmaya devam edersen yarın sokakta 1 saat daha az oynayabilirsin, seçim senin gibi.böyle söyler ve gerektiği zaman bunu gerçekten uygularsanız çocuk sizin doğru ve tutarlı bir insan olduğunuzu öğrenir ve yapmaması gereken şeyleri yapmaz.
    çocuğa hep doğru söylemesi gerektiğini anlatır ama istemediğimiz biri telefon etmiş ve çocuk onunla konuşuyorsa “yok de” yok de” diye işaret ederiz.daha fazla derine inmeden anne ve babalara şunu söylüyorum “bu ne perhiz, bu ne lahana turşusu” bilmem anlatabildim mi? 

    Nazire
    Katılımcı

    Zuhören als Konzentrationsübung
    Konzentrieren können wir uns auf alles, konzentriert oder zerstreut sind wir von morgens bis abends. Um unsere Konzentration zu steigern, brauchen wir keine aufwendigen Übungen, wir können mit dem anfangen, was wir sowieso täglich tun: wir unterhalten uns – und tun dies ausschließlich. Kein Fernseher läuft nebenher, kein Radio, wir üben auch sonst keine Tätigkeit aus.
    Konzentrieren Sie sich ganz auf Ihren Gesprächspartner (sei es der Ehepartner, der von seinem Tag berichtet, die Nachbarin, die ein Erlebnis schildert oder Ihr Kind, das Ihnen etwas erzählen will).
    Je weniger Sie sich dabei ablenken lassen, desto mehr bekommen Sie vom Inhalt des Gesprächs mit, vom Ausdrucksverhalten (Gesten, Mimik, Tonfall, Wortwahl) ihres Gegenübers und von dessen Befindlichkeit. Zuhören heißt auch Schweigen – kein teilnahmsloses, sondern ein aktives – eine intensive Anteilnahme. Nehmen Sie sich Zeit – auch wenn es nur 10 Minuten sind – vermitteln Sie Ihrem Gegenüber durch ruhiges zurückhalten von eigenen Äußerungen, daß Sie Zeit haben. So werden Sie selbst ruhiger und können Ihre Äußerungen zum Gespräch gezielt beitragen. Damit haben Sie es in der Hand ein Gespräch anzukurbeln oder abzubremsen.

    Es gibt viele Äußerungen, die wir meist unüberlegt von uns geben, die Gespräche abbremsen. (Die Beispiele sind auf Gesprächssituationen mit Kindern zugeschnitten, was nicht bedeutet, daß wir sie gegenüber Erwachsenen nicht einsetzen.)

    Besserwissen
    “Ich weiß nicht, wie ich diese Aufgabe lösen soll.” “Hättest du in der Schule besser aufgepaßt, dann könntest du die Aufgabe lösen.”
    Woher wissen wir sofort die Lösung des Problems, ohne uns das Problem genau angehört zu haben? Oft kommt ein Gesprächspartner selbst auf die Lösung, wenn er das Problem genau schildert. Und diese Lösungen sind immer besser, als Ratschläge, die wir von anderen übernehmen (oder auch nicht).

    Ausfragen
    “Na, wie war dein Tag heute? Erzähl mal, oder muß ich dir alles aus der Nase herausziehen?”
    Solche Sätze drücken die eigene Ungeduld aus, die Neugier und damit die Unfähigkeit das eigene Interesse zurückzustellen. Unser Gegenüber hat kaum eine Chance schnell genug zu sein, um unsere Neugier zu befriedigen. Auch vermittelt ein 'Ausfragen' den Eindruck, daß es uns nicht um unseren Gesprächspartner geht, sondern um uns selbst.

    Ironie
    “Darf ich noch eine Schokoladenkugel haben?” “Willst du so rund werden, daß man dich kugeln kann?”
    Nicht jeder lacht über denselben Witz und manchmal sind wir die einzigen, die eine solche Bemerkung witzig finden. Oft genug verletzten wir damit unser Gegenüber. Ironie – über sich selbst lachen zu können – erfordert eine gute Portion Selbstbewußtsein. Das hat nicht jeder in jeder Situation und gerade Kindern fehlt es oft, sie lernen erst nach und nach sich ihrer selbst bewußt zu werden.

    Vorwürfe
    “Jetzt zappel nicht so rum, sitz still, wenn du mit mir redest.”
    Vorwürfe rufen oft das Gefühl hervor, versagt zu haben, weil man etwas falsch gemacht hat (was ja meist auch zutrifft). Viele reagieren darauf mit Rückzug (Schweigen) oder Trotz. Ermahnen oder kritisieren wir zu häufig, wird unser Gegenüber vorsichtig, überlegt sich seine Äußerungen dreimal oder schränkt sie ein. Ein offenes Gespräch wird auf die Dauer unmöglich.

    Drohungen
    “Wenn du mir das nicht erzählst, dann …”
    Was dann passiert ist vielfältig und unangenehm. Egal ob dann eine Belohnung entzogen wird, oder wir mit schlechten Gefühlen drohen (“…, dann bin ich aber traurig”), wir setzen damit unser Gegenüber unter Druck. Wir wollen, daß sich der Gesprächspartner so verhält, wie wir uns das vorstellen und berücksichtigen nicht, was er will.

    Die Folge soll jetzt nicht sein, daß Sie sich anspannt in ein Gespräch begeben, weil Sie nichts falsch machen wollen. Orientieren Sie sich an Ruhe und Gelassenheit, dann kommt der Rest von selbst. Viele dieser 'Gesprächsbremser' äußern wir, weil wir uns selbst nicht zurückhalten können oder einfach drauf los plappern. Vorwürfe und Drohungen sprechen wir z.B. viel seltener aus, wenn wir in uns ruhen und uns für unseren Gesprächspartner interessieren.

    Zu wissen, was wir nicht tun sollen ist nur die Hälfte. Um ein Gespräch anzukurbeln, müssen wir auch wissen, wie wir dies anstellen können.

    Abwarten
    Abwarten bedeutet Schweigen oder das Thema erst mal ruhen lassen. Jeder Mensch hat Phasen, in denen er sich nicht bereit fühlt zu einem Gespräch. Ein paar Minuten später ist das wieder anders. Eine Tasse Kakao, ein Spaziergang, eine Kissenschlacht oder ähnliches können die Stimmung verändern. Gerade, wenn ein etwas unangenehmes Thema 'im Raum steht' kann eine Tätigkeit, die dem anderen vermittelt, daß man ihn mag, die Gesprächsbereitschaft fördern.

    Ernst nehmen
    Wer hat das nicht, das Bedürfnis Ernst genommen zu werden – in all seinen Sorgen, Nöten und Wünschen. Kinder unterschieden sich dabei nicht von Erwachsenen. Doch gerade Kindern gegenüber verhalten wir uns oft gegenteilig. Ihre Sorgen und Nöte sind uns schon etwas fern – wir haben ganz andere – viel 'ernstere' Sorgen. Doch nicht wir entscheiden, was unserem Gegenüber Sorgen bereitet oder was er sich wünscht, sondern unser Gegenüber!

    Paraphrasieren
    “Wenn ich dich richtig verstanden habe, willst du … (sagst du / meinst du)”
    Überprüfen Sie das, was Sie verstanden haben, wiederholen Sie das Verstandene in eigenen Worten. Zum einen können Sie damit überprüfen, ob Sie wirklich verstanden haben, was Ihr Gesprächspartner meinte. Zum anderen gibt es häufig Situationen, in denen sich jemand einfach nur etwas 'von der Seele reden' will und gar keine Stellungnahmen eines Gegenübers aufnehmen kann. Ist erst mal alles gesagt, was 'raus' wollte, ist Ihr Gesprächspartner auch offen für Ihre Meinung.

    Postiv bewerten
    Gehen Sie sparsam mit negativen Bewertungen um. Jeder Mensch hat nicht nur Schwächen, sondern auch Stärken. Heben Sie die Stärken hervor, die Sie kennen und schätzen und kritisieren Sie Schwächen dann, wenn es wirklich nötig ist. Kein Mensch ist in allem gut – wir selbst auch nicht. Aus unseren Stärken schöpfen wir Kraft, darin können wir erfolgreich sein. Unsere Schwächen brauchen wir nur soweit auszubügeln, daß sie uns nicht an unserem Erfolg hindern.

    Gefühle wahrnehmen
    Über Gefühle reden wir im Allgemeinen nicht, obwohl sie uns täglich begleiten und wir ohne Gefühle Robotern ein Stück ähnlicher wären. Über positive Gefühle, wie Freude, Begeisterung reden wir schon eher. Doch wir hätten diese positiven Gefühle nicht, wenn wir nicht auch die 'schlechten' Gefühle hätten: Trauer, Angst, Wut. Reden Sie keine Gefühle weg, akzeptieren Sie alle Gefühle. Gefühle sind unsere Antriebskraft und Gefühle sind veränderbar. Dagegen ankämpfen hilft wenig, sie zu lenken ist möglich. Der Angst können wir (auch mithilfe anderer) auf den Grund gehen und sie damit auflösen. Eine Tasse Kakao hat schon Wunder gewirkt gegen Traurigkeit. Gerade Kinder können schnell umschalten – gerade noch am Weinen, lachen sie eine Minute später wieder.

    Alle diese 'Gesprächsankurbler' können wir auf uns selbst anwenden. Nehmen wir uns selbst Ernst, dann tun wir das auch mit unserem Gesprächspartner. Nehmen wir unsere Gefühle wahr, so merken wir selbst, wann wir zu einem Gespräch 'bereit' sind oder lieber erst etwas anders machen, den Drang haben etwas zu erzählen oder in Ruhe zuhören wollen. Ebenso ist es mit den Stärken und Schwächen. Wer die eigenen Stärken kennt und nutzt, weiß auch um seine Schwächen und in welchen Bereichen sie hinderlich sind oder einfach nicht stören.

    Nazire
    Katılımcı

    Eigene Bedürfnisse
    Wen es hungert — der muß essen
    Wen es dürstet — der muss trinken
    Wem kalt ist — der muss sich bedecken
    Wer wirr ist — muss sich klären
    Wessen Leben fade ist — muss sich auf neue Erfahrungen einlassen
    Leben kann uns nicht mehr geben, als wir verlangen. Wie wollen wir also mit unseren wahren Bedürfnissen umgehen?
    Diese Worte, von mir aufgeschrieben am 18.12.02, kleben an meinem Bildschirm, benutze ich als Lesezeichen, habe ich vielfach verschenkt: eines Tages wurde mir klar, daß es ein grundsätzlicher Fehler im Leben ist, seine eigenen Bedürfnisse zu verleugnen und sie anderen Grundsätzen unterzuordnen, etwa moralischen. Was nützt uns ein Leben, das einem anderen sehr gefällt, uns selbst jedoch nur in Unzufriedenheit bringt?

    Jeder von uns ist mit einer gewissen “Grundsubstanz” an Motivationen und Bedürfnissen in dieses Leben gekommen. Ob diese Folgen vergangener Erdenleben sind oder andere Ursachen haben, wäre wohl sekundär. Wichtig ist, daß sie vorhanden sind. Wie treten sie denn nun in Erscheinung? Es sind Sehnsüchte, Ideen, Talente, besondere Wahrnehmungsfähigkeiten, Ahnungen, leise oder weniger leise innere Stimmen. Es ist das, was uns in diesem Leben bewegt, antreibt, leben läßt. Es ist gewissermaßen der Sinn diesen Lebens! Es liegt auf der Hand, daß es nicht gleichwertig ist, ob wir unsere Bedürfnisse zu erfüllen trachten und streben oder nicht. Was sollte denn dieses Leben für uns bedeuten, wenn wir nur nach den Vorstellungen unserer Eltern, der Lehrer, der Freunde, der Gesellschaft oder der Kirche funktionieren würden? Wir selbst sind alles, was wir jemals besitzen können! Das sollten wir uns immer wieder deutlich machen. Kann es also etwas geben, das so wichtig wäre, daß wir unsere eigenen Bedürfnisse und Motivationen, das, weshalb wir hierher gekommen sind, unsere gesamte Persönlichkeit verleugnen und stattdessen die Maßstäbe anderer anlegen?

    Wenn wir in uns selbst etwas Bestimmtes wiederholt denken, vor uns hin sagen, als Stimme in uns wahrnehmen, als Kraft spüren, als Frage erkennen — was sollte das denn anderes sein als unser eigenes inneres Ich, das uns sagen möchte” hallo, ich bin auch noch da, nicht nur die Gesellschaft, die Familie, die Freunde, die Firma” etc. Es sind unsere eigenen Motivationen, gekoppelt mit den entsprechenden Emotionen, der Kraft, die sie zu ihrer Realisierung benötigen.

    Jedes Bedürfnis hat seine Zeit, in der Jugend wird man andere Bedürfnisse haben als in den späteren Jahren des Lebens als Erwachsener. Zufriedenheit ist meiner Meinung nach eine Folge von zunehmender Realisation innerer Bedürfnissen. Je mehr ich von dem verwirkliche, was in mir als Motivation/Bedürfnis/ Ziel schlummert, desto leichter wird mir das Leben fallen. Sich stattdessen gesellschaftlichen und religiösen Zwängen zu unterwerfen kann nicht zu eigenem Wachstum führen, denn wir würden dann unsere Kraft, die eigentlich für uns selbst vorhanden ist, für die Pläne anderer einsetzen. Das ist schlicht Dummheit und Ignoranz!

    Das heißt nicht, anderen nicht zu helfen, sich nicht am weiteren Aufbau des Gemeinwesens zu beteiligen oder anderen nicht ein guter Kamerad und Freund zu sein, im Gegenteil. Aber erst dann, wenn man gelernt hat, für sich selbst da zu sein, und das heißt seine eigenen Bedürfnisse anzuerkennen und ihre Befriedigung anzupacken, erst dann hat man die Kraft übrig und die Gelassenheit und die Ruhe, für andere da zu sein.

    Es liegt auf der Hand, daß es nicht im Interesse der Industrie und Kaufleute ist, daß die Kunden zufrieden sind, denn dann würden sie ja nicht mehr wie die Schafe laufen und alles kaufen, was “Werbung” uns suggeriert.

    Aber das ist ja nicht unser Problem: unser Problem ist, unser eigenes Leben zusammen mit unseren Lieben so zu gestalten, daß wir zufrieden mit uns selbst sind! Und sind wir zufrieden mit uns selbst, werden wir auch zufrieden mit der Welt sein, toleranter den uns umgebenden Menschen gegenüber und weniger agressiv. Unsere Stimmung ist im allgemeinen “höher”, wenn wir zufrieden sind. Die Wirtschaft möchte uns neidvoll, damit wir kaufen, unsicher, damit wir kaufen, uns über unsere Sextriebe beeinflussen, damit wir kaufen — kaufen ist der Zweck der Menschen aus der Sicht der Wirtschaftsleute. Wollen wir uns dem ernsthaft unterordnen? Oder wollen wir unsere gesamte Findigkeit dazu benutzen, ein möglichst selbstbestimmtes und damit zufriedenes Leben zu führen!?

    Wenn jemand meint, das wäre utopisch, hat er bereits auf die Angelhaken anderer gebissen. Jeder bestimmt durch die Art seines eigenen Denkens in erheblichem Umfang mit, ob er Handlungsfreiheit hat und nutzt oder ob andere bestimmen, wie er zu leben hat. Und die am meisten verbreitetste Ursache für Passivität ist die Verkennung und damit Nichtanerkennung der eigenen Bedürfnisse. Wenn ich sie nicht erkenne und anerkenne, können sie mir auch nicht zu der Findigkeit verhelfen und in mir auch nicht die Kraft mobilisieren, die ich brauche, um sie zu verwirklichen. Die Ideen kommen dann manchmal einfach nicht.

    Ich bringe hier in diesem Text bewußt keine Beispiele dafür, welche Bedürfnisse Menschen haben, denn ich will niemandem irgendwelche Ideen diesbezüglich suggerieren. Jeder muß selbst herausfinden, siehe weiter oben, welches seine eigenen Motivationen in seinem Leben sind und welche eigenen Bedürfnisse daraus erwachsen.

    Nazire
    Katılımcı

    Eigene Werte
    Müssen wir denken, was alle denken? Müssen wir tun, was alle tun? Müssen wir kaufen, was alle kaufen? Müssen wir glauben, was die meisten glauben? Lernen wir, die Aussagen anderer zu hinterfragen und die Absicht dahinter zu ergründen. Lernen wir, gesellschaftliche Selbstverständlichkeiten aus der eigenen Perspektive zu sehen. Lernen wir, Aussagen anderer auf ihren Nutz – Gehalt für uns abzutasten. Lernen wir, Suggestionen als solche besser zu erkennen. Lernen wir, unsere Einzigartigkeit einzusetzen. Lernen wir, wirklich intelligent zu werden. Lernen wir, uns selbst für unsere eigene Entwicklung verantwortlich zu fühlen. Lernen wir, uns dessen voll bewußt zu werden, was in uns selbst an Motivationen vorhanden ist. Bedenken wir, daß andere Menschen nur überkommene Vorstellungen von unserem Leben haben können, weil sie immer gezwungen sind, zu verallgemeinern und alles durch ihre eigene Brille zu sehen. (Daher sollten wir immer sehr respektvoll mit der Meinung anderer umgehen, vor allem beim Umgang mit Kindern).

    Denken
    Was heißt es, selbst zu denken? Für mich hieß es immer, den eigenen Wertvorstellungen den Vorrang zu geben vor den Wertvorstellungen anderer Menschen. Als Kind nahm ich viele Ungereimtheiten wahr, Widersprüche, Erscheinungen und Meinungen, die nicht zusammenpaßten. Ich bezog es auf mich, dachte, es nicht richtig verstanden zu haben. Dann folgte die Schule mit ihrem Absolutheitsanspruch auf Wahrheit und Darstellung von Wirklichkeit. Sie ließ mir kaum Luft zum eigenen Denken. In jener Zeit fand der Vietnamkrieg statt. Das nahm ich als Perversion aller Wertvorstellungen wahr, die sich bei allen Personen, mit denen ich verkehrte, als Folge der schrecklichen Ereignisse des 3.Reiches ausgebildet hatten. Alle Hoffnung verlor sich in den Ereignissen. Es war jedoch die Realität, genau so wie es heute Realität ist, daß es an vielen Punkten der Erde Konflikte oder Kriege gibt, die von den gleichen Interessen initiiert und gefördert werden, nämlich ausnahmslos kaufmännischen Interessen ohne jegliche Ethik.

    Selbst zu denken heißt, eigene Entscheidungen zu treffen anstatt einer suggerierten Denkrichtung zu folgen. Wir vertrauen unseren eigenen Beobachtungen mehr als den Informationen durch andere Menschen. Tief in uns drin wissen wir genau, was richtig ist und was nicht. Wir sollten auch nicht diskutieren, denn es ist heute üblich, in abgehobenen Begriffen nach Art von Soziologen / PolitologenPsychologen / zu diskutieren: was sollte das auch bringen? Meistens endet es im Schlagabtausch der Argumente und führt nicht zu mehr Bewußtsein und mehr Handlungsfähigkeit. Es ist eine Modeerscheinung, so zu reden, mit Begriffen um sich zu werfen. Wir sollten es uns ersparen. Will jemand “ergänzend” mit uns kommunizieren, kann er unser Gesprächspartner sein. Gut ist, was zu neuen ideen führt. Argumente kann man gegen alles finden, das Fehlen absoluter Wahrheiten ist ja gerade der Clou unserer Realität.

    Tun, was alle tun?
    Auch wenn Millionen von Menschen das Gleiche tun, heißt das nicht, daß es für mich richtig wäre. Entscheidend ist, was meine eigene innere Wahrheit und Logik für richtig hält, wenn alle Folgen meines Tuns mich selbst betreffen. Das bedeutet nicht, sich nicht beraten lassen zu können. Beratung soll immer Informieren sein und nicht Überredung oder Druck. Entscheidung und Beratung sind als zwei verschiedene Aktionen auseinander zu halten.

    Um zu wissen, wie man sich entscheiden soll, muß man seine eigenen Ziele so genau wie möglich erkennen. Versteckte Motivationen darf es möglichst nicht geben, und wenn doch, dann müssen wir sicher sein, überprüft durch unser eigenes Gefühl, daß es unsere eigenen sind und daß sie zur rechten Zeit aktiv sind.

    Kaufen, was alle kaufen?
    Wir leben in einer Zeit, in der der Konsum etwas so Gewohntes geworden ist, daß es sich Kinder und Jugendliche kaum vorstellen können, daß es auch anders geht, daß man nicht dauernd Neues kaufen muß, um vermeintliche Probleme zu lösen. Die ganze Kauferei ist eine Idee des Wirtschaftsmodell, das nicht ohne permanentes Wachstum funktioniert. Aber macht es uns wirklich zufrieden, das “neueste…” zu besitzen, oder ist es nicht nur der soziale Druck, der uns dazu bringt, kaufen zu müssen? Ist es die Unsicherheit, vor anderen dumm dazustehen, nicht “in” zu sein? Wer sich zum Sklaven macht und sich immer an den Menschen orientiert, die gewohnheitsmäßig auf gehobenem Standard konsumieren, muß sich nicht wundern, wenn er auch in anderen Lebensbereichen nach der Pfeife anderer tanzt. Und wenn alle eine Krawatte tragen, muß ich dann auch eine tragen? Muß ich nicht, und wenn jemand meint, ich müsse, ist es sein Problem. Für mich ist es ein klassisches Symbol, sich untergeordnet, gewissen gesellschaftlichen Regeln ein für alle mal gebeugt zu haben. Es ist ein geschlossener Ring mit einer Leine zum Geführt werden, und das symbolisiert bestimmt nicht Freiheit.

    Daß fast alle Verkehrsteilnehmer heute in Deutschland mit fast neuen oder wenigstens neu aussehenden Autos herum fahren, ist ein sehr gutes Beispiel für Konsumzwang. Es kam ganz plötzlich, nachdem die Privatsender in Funk und Fernsehen eingeführt wurden, und ist gewiß kein Zufall. Der Unterschied im Straßenverkehr zwischen Anfang der 80er Jahre und der Mitte ist diesbezüglich so eklatant, daß ich mich frage, wie die Werbung so etwas wohl zustande gebracht haben mag. Tatsache ist, sie hat! Bis etwa 1982 fuhren viele mit Kleinwagen, und sehr viele Autos waren verrostet und unansehnlich. Für viele war es geradezu ein Statussymbol, kein tolles Auto zu fahren, um nicht als Angeber abgestempelt zu werden. Hier hat die Amerikanisierung auch ganze Arbeit geleistet. Bei Kleidung hat eine ähnliche Entwicklung stattgefunden. Nun, man muß sie ja nicht mitmachen.

    Glauben
    Was sollen wir glauben? Wer ehrlich ist, muß zugeben, nichts wirklich sicher zu wissen, und damit ist man bei sich selbst angekommen. Gewiß, man nimmt in der Schule Informationen als Wahrheit an, dann später in der Ausbildung ebenso. Auch das Elternhaus gibt viele Wahrheiten von Anfang an vor. Aber wenn es keine Möglichkeit gibt, eine objektive Realität überprüfbar festzustellen, ist alles nur Glaube, womit wir uns befassen. Wir nehmen an, es sei so, da es ja immerhin funktioniert. Wir initiieren Abläufe, die funktionieren, und wir kombinieren Gegenstände zu neuen Funktionen (Handwerk, Technik). Aber ist dann schon Schluß? Gibt es keine anderen Möglichkeiten? Auch wenn wir nicht gewillt sind, die sogenannten “Gegenstände” für geistig manipulierbar zu halten, gibt es doch einige Lebensbereiche, in denen ein flexibler Glaube uns helfen könnte, Engpässe zu beseitigen. Ein Bereich ist die Kommunikation (siehe Link [ 1 ] zu “Kommunikation”), der andere ist “Gesundheit”. Erfolg in diesen beiden Bereichen ist unabdingbar für unser Wohlergehen, eben daß wir mit anderen Menschen gut auskommen, auch wenn wir sie eigentlich nicht mögen, und daß wir eine einigermaßen robuste Gesundheit haben.

    Nazire
    Katılımcı

    Persönlichkeitsentwicklung
    Nach meiner Vorstellung kommt niemand daran vorbei, sich selbst weiter zu entwickeln. Jeder, der ehrlich zu sich selbst ist, wird zu der Feststellung gelangen, daß er noch eine Menge lernen könnte.

    “Lernen” ist so ein merkwürdiges Wort. Es suggeriert uns, mehr Wissen anzuhäufen. Mehr zu wissen heißt jedoch noch nicht, besser mit dem Leben klar zu kommen. Es kommt mehr auf Fähigkeiten als auf Wissen an. Dieses verstehe ich so:

    sich schneller als gewohnt auf neue Situationen einstellen können (Flexibilität anstatt Protest)
    mit anderen Menschen stets angemessen kommunizieren und allgemein einen liebevollen Umgang pflegen können
    in jeder Situation schnell erfassen, was zu tun oder zu lassen ist
    Ziele mit angemessenem Aufwand erreichen
    andere Menschen motivieren können bzw. vorbildfähig zu sein
    neue Zusammenhänge entwickeln zu können (Kreativität im gesamten Sinne)
    leben zu können, ohne die Lebensgrundlagen zerstören zu müssen ( ökologisch leben)
    wirtschaften, ohne andere Menschen übervorteilen zu müssen
    sein Leben so zu organisieren, daß man nicht lügen muß
    sein Leben so einzurichten, daß man wenig Lärm macht (siehe auch meine Seite “www.dezibel-low.de”): Lärm ist Gewalt…
    sich nicht unter Organisationen unterzuordnen
    seine Meinung nicht aufzugeben
    eigene Pläne verwiklichen zu können
    Dies wären eine Reihe von allgemein sicherlich anerkennenswerten Kriterien, nach denen Menschen ihr Leben ausrichten könnten. Dazu kämen noch bessere Gesundheitsvorsorge durch Verzicht auf schädigende Suchtmittel und generell die Übernahme der Verantwortung für die eigene Gesundheit.

    Nazire
    Katılımcı

    Anne olmadan önce

        Gece ne kadar geç yatacağım ya da sabah ne
    kadar geç kalkacağımı düşünmezdim.
        Dişlerimi fırçalar, saçlarımı uzun uzun  tarayabilirdim…
        İçki içmenin ne kadar keyifli olduğunu, bir şey düşünmeden sızabilmenin, hatta kesintisiz, düşüncesiz
    uyuyabilmenin kıymetini bilmezdim.
        Evimi her gün temizlerdim. Hatta süsler, püsler, küçük dekorasyon oyunları  yapardım.
        Evimi dağıtacak şeylerin küçük oyuncaklar, yırtık kağıtlar olacağı aklıma  bile gelmezdi…
        Saksılarımın zehirli olup olmadığını düşünmemiştim bile. Ya da banyoda  duran el sabununun bir içecek gözüyle görülebileceğini…

        Anne olmadan önce…

        Üzerime bu kadar işeneceğini, kusulacağını ve daha da ilginci bundan  rahatsız olmayacağımı bilemezdim.    Gaz  çıkartmanın eğlenceli tarafını  göremezdim.

        Anne olmadan önce…

        Ağlayan bir bebeği aşısı yapılsın ya da test için kan alınacak diye  böğüre  böğüre kucağımda sıkabileceğimi
    bilmezdim. Ağlamaklı gözlere bakıp ağlayabileceğimi, minik bir tebessümden büyük
    mutluluklar yaşayabileceğimi  düşünemezdim.
        Saatlerce uyuyan bir bebeği seyretmek için uyanık kalabileceğimi…

        Anne olmadan önce…

        Kalbimin vücudumun dışında bir yerlerde olabileceğini…
        Aç bir bebeği doyurmanın insanın ruhunu nasıl doyurabildiğini..

        Bir anne ile çocuğunun arasındaki bağın göbek bağından çok daha sağlam olduğunu…
        Bu kadar küçük bir bedenin bu kadar büyük bir huzur verebileceğini…
        Düşünemezdim.

        Anne olmadan önce…

        Bütün bir gece boyunca, hatta geceler boyunca  her şeyin yolunda gidip gitmediğini kontrol etmek için 10 dakikada bir uyanacağıma…
        Kapılardan nefes sesi dinleyeceğime…
        Başkasının öksürüklerinin ciğerimi  parçalayabileceğine…
        Bir insan öpücüğünün kesilen parmağımın acısını dindirebileceğine…

        İnanamazdım anne olmadan önce… :)

    Nazire
    Katılımcı

    Her tercih bir vazgecistir cünkü…Sabah ise gitmekle,yatakta nefis bir miskinlik firsatindan vazgecmis olursunuz.Kalkar kalkmaz hayat binbir secenegi dayar burnunuzun ucuna.Her an sizi israrla bir tercihe zorlar.Yastiginiza teslim olmussaniz,belki disarda isil isil bir günden vazgecmis olursunuz.Bahar esintileri tasiyan bir elbise belki o gün yasaminizi isildatacakken agirbasli bir sadelige karar vermekle muhtemel bir tanisikligi tepersiniz.Yada öbür kanaldaki film,o anki ruh halinize daha uygundur.Ama yasam vezgectiginiz seye iliskin ipucu vermez.Geri dönüp o günü gökkusagi desenli bir elbiseyle yeniden yasama sansiniz yoktur.Bu secim oyununda vazgectiginiz sey,sectiginizden daha degerliyse pismanlik kacinilmazdir.Ama neyin degerli oldugunun kararida yine size aittir.Hayata bir  baska gözle bakmayi ögrendiyseniz eger
    Herseyin siradanlastigi bir dünyada bazen kaybetmek en dogru secimdir.Ve o dünyada en yerinde tercih VAZGECISTIR:

15 yanıt görüntüleniyor - 1 ile 15 arası (toplam 25)
  • Bu konuyu yanıtlamak için giriş yapmış olmalısınız.